BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

21. Ankara Uluslararası Film Festivali vesilesiyle geçen hafta başkentte ve civarında 3 gün geçirdim. Şöyle bir üstünden geçelim mi o üç günün...

Festival

21. Ankara Uluslararası Film Festivali ve Halise Teyze

21. Ankara Uluslararası Film Festivali vesilesiyle geçen hafta başkentte ve civarında 3 gün geçirdim. Şöyle bir üstünden geçelim mi o üç günün…

21. Ankara Uluslararası Film Festivali vesilesiyle geçen hafta başkentte ve civarında 3 gün geçirdim. Şöyle bir üstünden geçelim mi o üç günün…

Aslında 1 gün önce gidecektim ama bu aralar vize almak için sık sık uğrar olduğum İsviçre Konsolosluğu üçüncü randevuyu benim ajandama uygun bir tarihe vermeye lüzum görmemişti. Peşinen izah etmediğim için “Ne işin var İsviçre illerinde” diyorsunuzdur tabi. Söyleyeyim: Landlord’unuz 15-21 Nisan tarihlerinde gerçekleşen güzide belgesel film festivali Visions Du Reel‘de jüri olarak görev yapacak.

İş iddiaya geldi mi en uzağa tükürmekte ya da çişimle duvara imzamı atmakta üstüme yoktur. Ama festivalde seyrettiğim film sayısıyla caka satmakta aklıma gelmedi bugüne kadar. Zaten yorulmadan tadını çıkar çıkara film seyretmeyi tercih ederim. Jüri olduğunuzda vazife icabı bir film maratonu yapıyorsunuz, oradan bilirim. Ve düşmanıma bile tavsiye etmem.

Bu yıl gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar ki en iyi film programlarından birine sahipti festival. Filmlerin çoğunu önceden izlemiş olduğum için (evet, biraz eskiydi filmler) bu sonuca kestirmeden vardım. Neler vardı mesela: Bratislava’da izlediğim en iyi film İz Sürücü (The Investigator / A Niyomozo), geçen sene Antalya Altın Portakal’da SİYAD Jürisi Ödülü’nün verdiğimiz Gürcü filmi Öteki Yaka (The Other Bank / Gagma Napiri), İF İstanbul’da izlediğim Warwick Thornton filmi Samson ve Delilah, Avusturya’nın 2008’de En İyi Yabancı Film Oscarı Adayı seçtiği bol festival ödüllü Rövanş (Revanche), Brezilya’nın suç dolu sokaklarının dehşetini ve çözümsüzlüğünü iki farklı pencereden bakarak başarıyla aktaran Jose Padilha filmi Özel Tim (Elite Squad / Tropa De Elite) ve Cao Hamburger‘in politik-insancıl sinema örneği Annemler Tatilde (The Year My Parents Went on Vacation).

Bu program gönül rahatlığıyla az film seyretme imkanı tanıdı bana. Festivalin başından beri orada bulunan Cumhur Canbazoğlu‘nun tavsiyelerinin de yardımıyla cımbızla seçilmiş dört olağanüstü film…

İlk film İstanbul Film Festivali sayesinde oldukça tanınıyordu.  Jean-Stephane Sauvaire‘nin ilk uzun metrajlı film Johnny Mad Dog (2008) Afrika’daki iç savaşlarda kullanılan çocuk savaşçıları konu alıyordu. Bazı filmler yürginizi parçalar ama Johnny Mad Dog öyle değil. O parçalamak yerine yüreğinizi kasabın et dövücüsü gibi eziyor. Bazı anlarında acıdan nefesiniz kesiliyor filmi izlerken.  Savaşın, şiddetin, nefretin çocukları nasıl canavara dönüştürdüğünü anlatan film aktüel bir belgesel görselliğine sahip.

Finlandiyalı Aku Louhimies‘in yönettiği Nisan’ın Gözyaşları (Tears Of April / Kasky) oldukça kusursuz bir film olarak karşımıza çıkıyor. Soluksuz izlenen bir hikaye, hikayenin ruhuna uygun bir görsellik ve yakıcı inandırıcılıkta bir oyunculuk. 20. yüzyılın başlarında Beyazlar ve Kızıllar arasında geçen Finlandiya İç Savaşı’dan üç karakteri konu alıyor film. Beyazlar’a esir düşen Kızıllar’dan bir kadın, onu linçten kurtarıp mahkemeye çıkarmaya çalışan vicdanlı bir asker ve kendi deyimiyle “sofistike”,  gördüklerimize göreyse “kafası ve ruhu karışık” bir savcı. Sizi bir roman gibi içine alıp karakterlerini ete kemiğe büründürüp adeta hayatınıza sokan bir film Nisan’ın Gözyaşları.

Benim bugüne kadar nasıl olup da gözümden kaçtığın anlayamadığı Güney Kore filmi Nefes Nefese (Breathless / Ddongbari) ise festivali sürpriziydi benim için. Yang Ik-June‘nin filmi aslında Güney Kore sineması takipçilerinin aşina olduğu bir öykü anlatıyor. Dışarıdan yolunu tamamen kaybetmiş ve merhametsiz görünse de, kendince bir ahlaki anlayışa ve vicdana sahip bir gangsterin hikayesi bu. Yine “tadundan yinmez”  bir “Cool Abi” yani… Akla en çok Kim Ki-Duk‘un Bad Guy, Kim Ji-Woon‘un Acı Tatlı Hayat (Bittersweet Life), Jang Hun‘un Rough Cut, Ha Yu‘nun A Dirty Carnival filmlerini getiren etkileyici ve iz bırakan bir film Nefes Nefese.

Cuma günü kendi düzenlediğim ve tek katılımcısı olduğum turistik ve gastronomik bir Beypazarı seyahatinin ardından, bu seyahate uygun konsepte bir film izledim. Marcos Jorge‘nin yönettiği Brezilya yapımı Hayatın Mutfağı (Estômago / A Gastronomic Story). Raimunda Nonato sosyal anlamda özürlü ve görünmezbir tiptir. Ama sonra kendisini girdiği ortamlarda “biri” yapacak bir yeteneğini keşfeder: Raimunda yaptığı yemeklere sihir katan bir bir ahçıdır. Karanlık bir Forrest Gump öyküsü de diyebiliriz film için.

*

Festivalden Notlar:

1. Bunca güzel filme karşın benim bulunduğum ortamlarda en çok konuşulan filmler değil, Özgür Şeyben‘in Ters Ninja’da yayınlanan ve festivale sıkı bir eleştiri getirdiği yazıydı. Yazı yalnızca festivalde gönüllü olarak çalışanları değil, sinema yazarlarını da kızdırmıştı. SİYAD Başkanı Murat Özer bu yazıyı fazla öznel ve özel olduğu gerekçesiyle “yanlış” bulduğunu açıkça söylemekten çekinmedi. Ama yazı tavır ve üslup açısından “yanlış” bulunsa da, hiçkimse Özgür Şeyben’in yazdıkları içinde yanlış ya da doğru olmayan bir şey olduğunu ileri süremedi.

2. Ben ordayken konukların en rağbet ettiği Ankara mekanları Orta Dünya ve Sakal oldu.

3.  Festivalin bu yıl taşındığı Batı Sinemaları, Büyülü Fener kadar modern şartlere sahip olmasa da böyle alçakgönüllü bir festivalin ruhuna uygun bir mekandı gördüğüm kadarıyla.

4. Genelde yaptığım gibi festivalin kapanışına kalmadım. Açıkçası hangi Türk filminin ödül alacağıyla çok ilgilenmiyordum. Ulusal Yarışma tam anlamıyla olmuş olsun diye konulmuş bir yarışma. Filmlerin hangi kriterlere göre seçildiğini, bu yarışmayı anlamlı-farklı kılanın ne olduğu belirsiz. Festivali isiminin bu yarışmayı özel kılmaya yetecek bir marka değeri yok ne yazık ki. Ankara Film Festivali bir an önce bir konsept oluşturmalı bu yarışma için.

5.  Ne yalan söyleyeyim, SİYAD jürisinin vereceği ödülü merak ediyordum yine de. Çünkü senede birkaç defa verilen bir ödül bu ve önceki festivallerde karşılarına çıkmış filmler de (belki ödül kazanmış olanlar bile) yer alabiliyor bu yarışmalarda. FIPRESCI gibi,  SİYAD da daha önce ödüle layık gördüğü filmleri ikinciye ödüllendirmekle, ödül almamış bir başka film seçmek arasında kararsız kalıyor ister istemez.  Yine de SİYAD jürisi iyi bir karar vererek hatırladığım kadarıyla bugüne kadar oyuncusu Volga Sorgu‘nun aldıkları dışında bir ilk film olarak festival jürilerinden hak ettiği ilgiyi görmeyen Kara Köpekler Havlarken‘i tercih etti.

6. Festivaller benim için hiçbir zaman yalnızca film seyretmek demek olmamıştır. Bir başka ülkede, bir başka şehirde gerçekleşen festival kısa bir süreliğine kendi gerçekliğinizden kurtulma fırsatı verir size. Festival süresince o ülkenin, o şehrinin insanı olma fırsatını kaçırmamak gerekir.  Sizin için çizilen programın dışına çıkıp şehirde başıboş dolaşmak gibisi yoktur.  Hatta ben her seferinde alternatif bir şehir ya da ülke de eklerim gezi haneme. Gittiğim her festivalde bir günümü alternatif  bir programa ayırırım. Bugüne kadar pek çok kez yaptım bunu. Adana’dayken Hatay’a, Artvin’deyken Yusufeli’ne, Bratislava’dayken Viyana’ya, Amsterdam’dayken Brüksel’e… Ankara’da bugüne kadar yapamamıştım bunu. Beypazarı’na gitmeye böyle karar verdim işte.


Ben en fazla  Kuru alıp geri dönerim diyordum ama gördüm ki Beypazarı bir doğal gastronomi cenneti. Giderken elim boş, dönerkense üç torbalıydı dönüşte. Tarihi pazar sokağındaki dükkanlarda gıda üstüne öyle çok şey vardı ki anlatamam. Ufak tefek bir iki şey aldıktan sonra nur yüzlü bir teyze buyur etti beni dükkanına. Önce “yok ben alıcı değil, bakıcıyım” rolüne bürüneyim dedim ama Halise Teyze hemen içeri seslenip “Kızım, abine baklava getir” dedi. Bu sözler  sanki sihirliydi . Çünkü ayaklarım külçe olmuştu o anda. koca baklavayı afiytele indirdikten sonra “Taze çayımız var, buyur” diyerek son darbeyi indirdi Halise Teyze. Dükkandan içeri yönelince o külçe gibi ayaklar oldu mu size tüy kadar hafif. Yürümüyor havada süzülüyordum adeta. İkinci çay daha bitmemişti ki Halise Teyze’nin güleryüzlü kızı parmağımdan ince zeytinyağlı dolmaları önüme koymuştu. Öyle tadımlıkta değil, koca bir tabak. Arkasından cevizli sucuk geldi. Hepsi de o kadar lezzetliydi ki, azar azar almadan duramadım. Halise Teyze kendi çabalarıyla kurmuş bu işi. Hakkında büyük umutlar besledikleri oğullarını 17 yaşında kaybetmenin acısıyla böyle başa çıkmış biraz da.


Siz siz olun yolunuz Beypazarı’na düşerse Halise Teyze’nin Yeri’ne mutlaka uğrayın. Almanızda ısrar edeceğim kalemler şunlar: zeytinyağlı sarma, erişte, ev baklavası, halis üzümden cevizli sucuk,  sarmısak kurusu, yabanmersini, elma ve ayva kuruları… Pazarın içindeki büyük fırından ise susamsız simit ve yoğurtlu pide almayı ihmal etmeyin. (Not: Bunları kargoyla da isteyebiliyorsunuz. 0312-7631087)

7. Cuma günü Beypazarı’ndan dönüşte Kızılay’a gitmek için Metro durağına yöneldim ki ne göreyim:  yakındaki alışveriş merkezinin dev tabela kulesinin tepesine çıkmış biri var. Aşağıda polis, ambulans, halk toplanmış; bizimkisi kuleden sarkıyor, aşağıya bağırıyor, bir şeyler atar gibi yapıyor. Bana kendini atmaya niyeti yokmuş, daha çok şov yapıyormuş  gibi geldi. Belki Yetenek Sizsiniz yarışmasına katılamadı ve böyle meşhur olmaya karar verdi. İzleme ve izlenme konusunda pornografik bir toplum haline geldiğimizin bir kanıtı daha. Ankara sayesinde yalnızca güzel filmler değil, bir de kendini öldüren bir zavallıyı izleyecektim az daha. Ben ordan ayrılırken hala bir şeyler bağırıyordu aşağı, sonra ne yaptı bilmiyorum.

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et