BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Adalet Oyunu’nun ekibi ne yazık ki yutabileceklerinden büyük bir lokma ısırmışlar gibi görünüyor. Erol Keskin gibi usta bir oyuncunun performansına güvenmişler ama sonra bu ustalık altında ezilip onun finalda attığı fazlaca uzun ve aslında hikâyenin bütününe pek de hizmet etmeyen tiradını kesecek cesareti bulamamışlar kendilerinde.

Ege Görgün

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (10 Haziran 2011)

Adalet Oyunu’nun ekibi ne yazık ki yutabileceklerinden büyük bir lokma ısırmışlar gibi görünüyor. Erol Keskin gibi usta bir oyuncunun performansına güvenmişler ama sonra bu ustalık altında ezilip onun finalda attığı fazlaca uzun ve aslında hikâyenin bütününe pek de hizmet etmeyen tiradını kesecek cesareti bulamamışlar kendilerinde.

Bu hafta altı filmlik bir vizyon yelpazesi var önümüzde. Mike Leigh‘in “Evdeki huzur, mutluluk budur” sloganlı yalnızlık senfonisi Ömrümüzden Bir Sene, geç de olsa vizyon şansı bulduğu için memnunuz. Doğal olarak haftanın filmi olarak sizlere ilk önerimiz. Öte yandan Aşk ve Gurur (Pride & Prejudice, 2005) ve Kefaret (Atonement, 2007) ile büyük beğeni toplayan Joe Wright‘ın son filmi Hanna aksiyon severlere belli bir tatmin sağlayabilcek kapasitede. Kung Fu Panda 2 ise ilk filmin hayranlarının kaçırmayacağı bir seyirlik. Herkese iyi seyirler…

Adalet Oyunu 

Yönetmen: Mahur Özmen

Senaryo: Mahur Özmen

Oyuncular: Erol Keskin, Mustafa Uğurlu, Tolga Evren, Serap Sağlar, Alp Öyken

Yapım: 2011, Türkiye, 105 dk.

Kızı bir cinayete kurban giden emekli hakim Sezgin Bey, mahkemede beraat etmesine rağmen cinayeti kızının eski kocasının işlediğine inanmaktadır. Sezgin Bey adaleti sağlamak adına damadını kendince hapis cezasına çarptırır ve onu yazlık evinin bodrumuna yaptırdığı bir hücreye kapatır. Ama bu durumu kendisi gibi emekli hâkim ya da savcı olan okul arkadaşlarından saklayamaz. Arkadaşları Sezgin Bey’i ikna etmek için damadının davasını yeniden görmeye karar verirler. Evde mahkeme kurulur, sanığa bir avukat tutulur ve oyun başlar.

İtinayla değerlendirilebildiğinde, karakterlere ve hikâyeye derinlik kazandırılabildiğinde ve en önemlisi tıkır tıkır işleyen bir kurgu oluşturulabildiğinde iyi bir filme dönüşebilecek bir fikir var ortada. Ama bu şartların hepsini yerine getirebilmek, bırakın ilk filmini çeken bir ekibin, tecrübeli bir yönetmenin bile üstesinden kolayca gelebileceği bir şey değil. Olanaklar vadeden, hayata geçirilmesi teknik olarak kolay ama cevher elde edilebilmesi zor bir fikir. Yine bir ilk film olan 1957 yapımı 12 Kızgın Adam (Twelve Angry Men) ’ı düşünün. Sidney Lumet’in başardığını – tecrübelisi, tecrübesizi – kaç yönetmen başarabilirdi?

Adalet Oyunu’nun ekibi ne yazık ki yutabileceklerinden büyük bir lokma ısırmışlar gibi görünüyor. Erol Keskin gibi usta bir oyuncunun performansına güvenmişler ama sonra bu ustalık altında ezilip onun finalde attığı fazlaca uzun ve aslında hikâyenin bütününe pek de hizmet etmeyen tiradını kesecek cesareti bulamamışlar kendilerinde. Zaten filmin finalinde ortaya çıkan fiyasko o kadar büyük ki, filmin geriye kalanındaki aksaklıklar insanın aklından uçup gidiyor. Aslında “final” demek ne kadar doğru, orası da tartışılır çünkü filmin finali yok. Her filmde final olacak diye bir kaide yok elbette ama Adalet Oyunu’ndaki finale ihtiyaç duyulan tarzda bir hikâye. Filmin dayanılmaz uzunluğuna katlanma nedeniniz biraz da bu finali merak etmeniz. Ancak hikâye hiçbir şekilde bağlanmadığı gibi, finalmiş gibi görünsün, biraz da duygusal ortam oluşsun diye bu bölümde hikâyeye katılan ayrıntılar (Keskin’i tiradı gibi) seyircinin kafasını karıştırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Film “adalet”, “hukuk”, “intikam” gibi kavramlar etrafında dolaşıyor. Büyük bir şey söylenecekmiş gibi oyuncuların ağzına ve olayların gelişimine bakıp duruyorsunuz film boyunca. Dağ fare doğuruyor. Emekli bir hakimin ucu kendisine dokunduğunda hukuku, adaleti kafasına göre yorumladığını görmek için 120 küsur dakika çok uzun. (Hissedilen süre çok daha uzun.)

Filmin bir mesaj kaygısı varsa eğer, verilmek istenen mesaj adaletle, hukukla, intikam duygusuyla alakalıymış gibi gelmedi bana. Sezgin Bey karakteri üstünden verilen sanki daha çok günün konjonktürüne uygun, iktidara yakın siyasi ve sınıfsal bir mesajdı. Yüzü Batıya dönük, burjuva değerlere sahip, muhtemelen Kemalist, illaki eski tüfek CHPli, elhamdülillah Cumhuriyet okuyan, Emin Çölaşan gidince Hürriyet’i bırakan bir hakim profili yaratıp; ona önyargılı, sabit fikirli taşralıyı – muhtemelen Kürt’ü, Ermeni’yi de – kendinden aşağı gören bir kimlik atfetmenin nedeni başka ne olabilir ki?

Landlord

Geceler Bizim
Wir sind die Nacht
 

Yönetmen: Dennis Gansel

Senaryo: Jan Berger, Dennis Gansel

Oyuncular: Karoline Herfurth, Jennifer Ulrich, Nina Hoss, Anna Fischer, Max Riemelt

Yapım: 2010, Almanya, 100 dk.

İlk vampir filmi Nosferatu (Nosferatu, eine Symphonie des Grauens, 1922) da aşk kurbanıdır, ama günümüzdeki vampirlerin trajedisi çok daha melankolik, hüzünlü ve varoluşsal. Özellikle Vampirle Görüşme (Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles, 1994) ile başlayan süreçte Gecenin Efendileri ya da Şeytan’ın Oğulları kana duydukları susuzluğu ve bunun getirdiği ölümsüzlüğü bir lanet olarak yaşıyor, aşkları ile aralarındaki uçurumu bir türlü kapatamadıkları gibi, benliklerini sorgulamaktan kafalarını kaldıramıyorlar.

Önceki filmi Die Welle (2008) ile, Susan Sontag‘ın fikirleriyle örtüşür bir biçimde, faşizmin içimizde patlamayı bekleyen bir potansiyel olduğunu anlatan Alman yönetmen Dennis Gansel de bu yeni vampir mitolojisine bir ek yapıyor kendince. Bir ucunu Gir Kanıma (Låt den rätte komma in, 2008) ve Susuzluk (Bakjwi, 2009)’un, diğer ucunu ise Alacakaranlık (Twilight) serisinin teşkil ettiği skalanın ortalarında bir yer seçiyor kendine. Bu orta yolcu tavrın filmin vasatlığıyla örtüştüğünü söylemek de mümkün.

Liderleri Louise olmak üzere, zevküsefa düşkünü Nora ve kayıtsızlığın çeperine gömülmüş Charlotte’tan müteşekkil bir kadın vampirler çetesini anlatıyor film. Dünya üzerinde kalan az sayıda vampirlerin tamamı kadın zaten, feminist vampirler baskıcı ve zorba erkek kan emicilerin(!) köklerini kurutup özgürlüklerinin tadını çıkarıyorlar.

Ancak hayatlarının görünen şatafatlı yüzünün ardında hepsinin içlerine gömmeyi başaramadıkları acıları var. Nora’nın hedonizminin kaynağı sevgi ve bağlılığın imkânsızlığını kabullenmesi. Charlotte kaybettiği kocası ve kızının melankolisine teslim olmuş. Louise ise yüz yıl önce kaybettiği aşkının dengini ümitsizce arıyor. Ve bir yeraltı kulübünde düzenlenen partide gördüğü Lena’da (anne ilgisinden mahrum, yalnızlığın öfkesiyle çırpınan bir yankesici) aradığını bulduğunu sanıyor. Onu vampire dönüştürdükten sonra sonsuz mutluluğu yakalayacağını ümit ediyor. Oysa Lena’nın cazibesine daha önce kapılmış polis memuru Tom planlarını altüst ediyor. Üstelik Lena’nın da Tom’a karşı boş olmadığını anlaması öfke ve kıskançlığın fitilini ateşliyor.

Yeni bir şey vaat etmemesine rağmen birazcık ustalıkla seyre değer hale gelebilecek bir film potansiyeli var karşımızda. Ancak sadece potansiyel olarak kalmış, çünkü senaryoda sarkan ve eksik kalan o kadar şey, o kadar tutarsızlık var ki, anlamlı bir bütünlük oluşturması mümkün değil. Filmdeki hemen bütün karakterler kalın kontürlerden ibaret. Alışıldığı üzere bu eksikliğin aksiyonla dengelendiğini de söyleyemiyoruz. Vampir mitolojisinin sinemadaki meşalesini yakan Almanlardan gelen bir vakit kaybı…

Deniz Akhan

Hanna 

Yönetmen: Joe Wright

Senaryo: Seth Lochhead, David Farr

Oyuncular: Saoirse Ronan, Eric Bana, Vicky Krieps, Cate Blanchett

Yapım: 2011, ABD / İngiltere / Almanya, 111 dk.

Yeni dönem İngiliz anaakım sinemasının başat yönetmenlerinden Joe Wright’ın yeni filmi Hanna, modern bir Nikita (1990) yorumu aslen. Doğumundan itibaren medeniyetten uzakta, babası Erik (Eric Bana) tarafından üstün yetenekli bir ajan olarak yetiştirilen Hanna (Saoirse Ronan)’nın günü geldiğinde çıktığı büyük görevi anlatıyor. Film, Hanna’nın ormanda yetiştirildiği ilk andan itibaren aksiyonel bir kurgu oluşturuyor. Bu arada biz neler oluyor, onu anlamaya çalışıyoruz. İlkin birçok soru işareti oluşuyor kafamızda, sonra yavaşça bu düğüm çözülüyor.

Hanna, başta söylediğimiz gibi en çok Nikita’yı andırıyor. Bununla birlikte filmin başta Leon’vari bir atmosferi olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip, hikâyeyi aksiyonla sürükleyen filmlerde en çok muzdarip olduğum şey, hikâyenin detaylarına bir türlü vakıf olamamam. Hikâye dur durak bilmeksizin akıp giderken, senaryonun bazı sorunlarının da görünmezlik kılıfına büründüğünü düşünüyorum kendi adıma. Hanna da bu tür zaafları bulunan bir film, metin işçiliği üzerinde pek fazla durulmadan perdeye aktarılmış gibi görünüyor. Sözgelimi, geçen sene izlediğimiz Centilmen (The American, 2010) dingin anlatımıyla, stilize ve içsel aksiyonuyla buna benzer sorunlara sahip olmayan önemli bir yapıttı.

Son olarak oyunculuklara değinelim: Saoirse Ronan’ın sırıtmadığı yalnız filmi sırtlamaktan da uzak performansıyla vasat olduğu filmde; Eric Bana ve Cate Blanchett sıradan bir yan oyunculuk sergilerken; Hanna’nın üzerine salınan tetikçi karakterinde Tom Hollander’in, Otomatik Portakal (A Clockwork Orange, 1971)’daki Alex’e göz kırpan oyunu filmin gerçekten de en dikkat çekici yanıydı. Ajan filmleri çeşitlemeleri sevenler için birebir olan Hanna, aksiyonseverleri de bir nebze tatmin edebilir sanıyorum.

Ercan Dalkılıç

Kung Fu Panda 2 

Yönetmen: Jennifer Yuh

Senaryo: Jonathan Aibel, Glenn Berger

Orijinal Seslendirme: Jack Black, Angelina Jolie, Dustin Hoffman, Gary Oldman, Jackie Chan, Seth Rogen, Lucy Liu, David Cross

Yapım: 2011, ABD, 90 dk.

Obur, şişman ve tembel olmasına rağmen içindeki Ejder Savaşçı’yı keşfederek (başta kendisi olmak üzere) herkesi şaşırtan kahraman panda Po’nun maceraları devam ediyor. Bu kez iki zorlu görevi üstlenmesi gerekiyor: Kung fu’nun varlığını tehdit eden çok güçlü bir silaha sahip olan Shen’i durdurmak ve aile kökenlerine dair gerçeği öğrenerek içsel huzurunu yakalamak. İlk filmdeki Tai Lung gibi, Shen de çocukluk/gençlik travmasını büyük bir nefrete ve öfkeye dönüştürmüş bir karakter. Po’nun da geçmişin travmasıyla boğuştuğunu düşünürsek düşmanlar arasında bir özdeşlik var yani. Bunun dışında aksiyon ve mizahın dolu dolu olduğu devam filminin öncekini aratmadığını söyleyebiliriz.

Kung Fu Panda serisi eğlendiricilik vazifesini her ne kadar yerine getirse de Dreamworks animasyonlarındaki ustalığın artık kabak tadı vermeye başladığını düşünüyorum. Hollywood anlatısının geçmişten gelen tecrübeleriyle edindiği kuralları neredeyse altın bir oranla bir araya getiriyor, ama o kadar bilindik bir yöntem ki bu, esprileri falan göz ardı edecek olursak en başından tahmin edilen bir anlatı kurgusu yaratmaktan öteye gidemiyor. Üstelik üzerinde yükseldiği Uzakdoğu dövüş filmlerinin parodisini yaparken incelikten ve parlaklıktan yoksun hareket ediyor. Turgut Uyar‘ın Korkulu Ustalık yazısını baz alırsak Pixar‘ın da aynı yolun yolcusu olduğu söylenebilir, ama en azından sinematografide kimi zaman doruklara çıkarak gönlümüzü kazanmayı başarıyor.

Gişe canavarlığına soyunmuş bir film için bu tür incelikli değerlendirmelerin yersiz olduğu ileri sürülebilir. Tam aksine, belki çok daha önemli, derim ben de. Ama daha en başta söylediğim gibi, vaat ettiğini yerine getiren bir film olduğunu da inkâr etmem.

Deniz Akhan

Tuzak
Wrecked
 

Yönetmen: Michael Greenspan

Senaryo: Christopher Dodd

Oyuncular: Adrien Brody, Caroline Dhavernas, Adrian Holmes, Ryan Robbins

Yapım : 2011, ABD / Kanada, 91 dk.

Vücudunda muhtelif yaraları olan, bir bacağı kaportaya sıkıştığından kıpırdayamaz vaziyetteki genç bir adam (Adrien Brody), hurdaya dönmüş bir arabanın içinde yavaş yavaş kendine gelmektedir.. Belli ki araba yoldan çıkmış ve sonra da ormanlık bir bölge olan bu uçuruma yuvarlanmıştır..

Arabanın arka koltuğunda yatan ve dışarıda fark edilen cesetler, bu yaralı adamın yalnız seyahat etmediğinin kanıtıdır.. Ancak, nereden gelip nereye gittiğini, kazadan önce ne yaptığını, hatta kim olduğunu dahi hatırlamayan kahramanımızın işi gerçekten zordur..

Tabii ki öncelikli çabası, hayatta kalabilmek içindir.. Zira, ‘kuş uçmaz kervan geçmez’ bir bölgede, özellikle araştırma yapılmadığı sürece de kimselerin göremeyeceği bir konumda mahsur kalmış bu adamın evvela kendini arabadan dışarıya çıkarması, sonra da açlığını ve susuzluğunu gidermesi gerekmektedir..

Bir süre sonra ayağını -ciddi bir yarayla- sıkıştığı yerden kurtaran eleman, arabadan çıkar ve hiç bi şekilde âşina olmadığı bu ıssız yerden uygarlığa çıkacak yolu -sürünerek de olsa- aramaya başlar..

Bu sırada radyodan, bazı kişilerin banka soyduktan sonra ortadan kaybolduklarının haberini duyması ve çanta dolusu para ile bazı kimlikler bulması sonucunda doğan, bu soygunla kendisi arasındaki bağlantı şüphesi, iyice kafasını karıştırır..

Yönetmen Michael Greenspan‘in ilk uzun metrajı olan Tuzak, bir nevi kapana kısılan ve fazla hareket alanı bulamayan bir adamı konu almasıyla -yakın geçmişin filmleri olan- Toprak Altında (Buried, 2010) ve de 127 Saat (127 Hours, 2010)’i hemen aklımıza getiriyor.. Oysa, o filmlerdeki hem senaryo, hem de yönetim bağlamında göze çarpan ustalıktan burada eser yok.. Üstelik bu filme nazaran, hareket alanı daha da kısıtlı olan o kahramanların arka plânına döşenen, yoğun ve zengin tasvirlerin burada yanına bile yaklaşılamıyor..

Sona erdiğinde, yavanlığın ve tatminsizliğin dışında ilk hissedilen şey, bu filmin tam bir ‘kısa film’ senaryosuna sahip olduğu ve de ancak o durumda seyirci üzerinde bir etki bırakabileceğiydi..

Çok istediği halde- doğru dürüst bir gerilim de sağlayamayan filmin, elindeki tek ‘değer’ olan Adrien Brody‘yi, kana, çamura bulayıp süründürmekten, tepe tepe kullanmaktan başka bir numarası yok.. Bir de bunu yaparken, zaten doğuştan ‘Küçük Emrah Bakışlı’ Brody‘nin, acı çeken suratının girdiği komik biçimlerin, özümü filmden iyice kopardığını eklemek isterim..

Numan Serteli

Ömrümüzden Bir Sene
Another Year
 

Yönetmen: Mike Leigh

Senaryo: Mike Leigh

Oyuncular: Jim Broadbent, Lesley Manville, Ruth Sheen, Oliver Maltman

Yapım: 2010, İngiltere, 129 dk.

Mike Leigh, Ömrümüzden Bir Sene’de daha önce birçok kere yaptığı gibi, sıradan insanların hayatlarını aktarmaya soyunuyor. Gerri (Ruth Sheen) ve Tom (Jim Broadbent), iyi meslek sahibi sevimli mi sevimli yaşlı bir çifttir. 68 kuşağından bu çiftin artık tek derdi organik domates yetiştirmektir neredeyse. Hayatlarında hiç sorun yok mudur, vardır tabi: Mary (Lesley Manville) adında Gerri’nin işyerinden arkadaşı olan hafif tozutmuş bir sekretercağız…

Ömrümüzden Bir Sene, dört mevsimin isimlerinden oluşan dört bölümden oluşuyor esas olarak. Her mevsimde de bir karakter ekleniyor hikâyeye. Bu karakterlerin eklenmesiyle de çatışmanın alanı genişliyor. Leigh’in büyük kırılmaların gerçekleşmediği, iç çatışmalarla yoğrulan, teatral tabanlı bir durum sinemasının başarılı bir örneğini daha verdiğini söylemek mümkün bu filmle. Karakterler kahramanlıktan öteye geçip gerçeğin perdesini yırtmaya başlıyorlar yer yer. Öyle trajik anlar, öyle gerçekçi oluyor ki bazen, bir yabancılaşma yaşamamanız, bir sorgulamaya girişmemeniz imkânsız bir hal alıyor.

Zaten çok iyi çizilmiş karakterlere, bir de Leigh’in muazzam oyuncu yönetimi eklenince, oyunculara sadece oynamak kalmış. Yine de oyuncuların hemen hepsi üst seviyede iş çıkarmışlar. Filmin tek eksisi, eksen özne olan yaşlı çiftin biraz karton olması sanırım. Bunun haricinde filmde her şey tıkır tıkır işliyor. Ağırlığına ve süresinin uzunluğuna rağmen rahatlıkla izlenebilen Ömrümüzden Bir Sene, ilişki dramalarını sevenlerin mutlaka ilgilenmesi gereken bir deneme…

Ercan Dalkılıç

[poll id=”154″]

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et