BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Serinin en kötü filmi seçmekte hiçbir beis görmediğim Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde, zeka ve yaratıcılık pırıltılarından yoksun, hikayede ve karakterlerde klişelere, teknolojiye, geçmişten sarkan şöhretine ve elbette Johnny Depp’e yaslanan pahalı ama vasat bir film.

Ege Görgün

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (19-20 Mayıs 2011)

Serinin en kötü filmi seçmekte hiçbir beis görmediğim Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde, zeka ve yaratıcılık pırıltılarından yoksun, hikayede ve karakterlerde klişelere, teknolojiye, geçmişten sarkan şöhretine ve elbette Johnny Depp’e yaslanan pahalı ama vasat bir film.

19 Mayıs nedeniyle erken başlayan vizyon haftasında toplam sekiz yeni film görücüye çıkıyor. İçlerinden kalburüstü olanları elediğimizde geriye kalan sonuç tamamıyla tatmin edici değil maalesef. Bu nedenle haftanın filmini seçmek sıkıntılı. Yine de madem ki bir geleneğimiz var, aksatmayalım diyerek, Landlord‘un olumsuz eleştirisine rağmen Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde filmini seçiyoruz. Çünkü sene sonunda geriye bakıldığında en akılda kalacak film buymuş gibi görünüyor – en azından gişe açısından. Herkese iyi seyirler…

Başka Bir Yerde
Somewhere
 

Yönetmen: Sofia Coppola

Senaryo: Sofia Coppola

Oyuncular: Stephen Dorff, Elle Fanning, Chris Pontius

Yapım: 2010, ABD, 98 dk.

Bir Konuşabilse… (Lost in Translation, 2003) filminde kariyerinin parlak günlerini geride bırakmış bir aktörün yabancı bir kültürde derinleşen yalnızlığını didikleyen Sofia Coppola, Başka Bir Yerde filminde de (meşhur yönetmen babası nedeniyle küçüklükten beri aşina olduğu) sinema dünyasının arka planındaki hüzün, yalnızlık ve yabancılaşmayı gözler önüne seriyor.

Kadınların kucağına atladığı, alkolün su gibi aktığı partilerin gediklisi olan aksiyon yıldızı Johnny Marco (Stephen Dorff), son filminin galasından önce kızı Cleo (Elle Fanning) ile beklediğinden daha uzun bir süre geçirdikçe yaşamının yalanlar üzerine kurulu olduğunu, hayatına anlam katacak hiçbir şey yapmadığını anlıyor.

Gözleri kamaştıran şöhret hayatının gerçek yüzünü göstermek, ilgisiz bir babanın kızı ile vakit geçirdikçe aralarındaki bağın anlamını ve yalnızlığının derinliğini fark etmesi açısından yeni ve farklı hiçbir söz söylemiyor Coppola. Onun imzasını attığı asıl şey anlatım biçimi, daha doğrusu mizansen. Kadrajı sabitleyip karakterlerin sessiz anlarında dolu dolu anlamlar yakalamayı başarıyor. Bu nedenle derdini başarılı biçimde aktaran bir film var karşımızda.

Ancak filmi seyrettikten sonra Coppola‘nın bu tür gündelik hayatın içinde sıra dışı kalan yaşamları aktararak güçlü anlatım tekniğini ziyan ettiğini ya da kolaya kaçtığı hissinden kurtulamıyorsunuz. Aktörler ve kraliçelerin çatışmalar üzerine kurulu hayatlarında çatışmalar yakalamaktan ziyade, hayatın sıradanlığı içinde çatışmalarını bile unutmuş insanlara yönelse seyircide yepyeni farkındalıklar yaratabilecekmiş gibi duruyor. Kameralarını banliyölere soktuğu tek filmi Masumiyetin İntiharı (The Virgin Suicides, 1999)’nda da toplu intihar gibi uç bir hayata odaklanmıştı, ama yine de daha derin bir iz bırakmıştı.

2010 Venedik Film Festivali’nde aldığı Altın Aslan’ı hak ettiğini ben de düşünmüyorum (pek çok kişi bu başarıyı eski sevgilisi Quentin Tarantino‘nun jüri başkanı olmasına bağlıyor), ama yine de belli bir ilgiyi hak ediyor.

[ Deniz Akhan ]

Beastly 

Yönetmen: Daniel Barnz

Senaryo: Daniel Barnz, Alex Flinn (Kitap)

Oyuncular: Alex Pettyfer, Vanessa Hudgens, Mary-Kate Olsen, Neil Patrick Harris, Erik Knudsen, Dakota Johnson, LisaGay Hamilton, Peter Krause

Yapım: 2010, ABD, 86 dk.

Para ve güzellik… Sahip olduğu bu iki nitelikle dünyayı fethedeceğini düşünen Kyle (Alex Pettyfer), aslında bir cadı olan Kendra (Mary-Kate Olsen) tarafından çirkin bir adama dönüştürülünce servetinin yarısını kaybeder. Babası tarafından gözlerden uzak bir eve atılınca da maddi zenginliği anlamını yitirir. Ancak Kyle için her şey sona ermemiştir. Eğer bir sene içinde bir kızı kendine aşık etmeyi başarabilirse üzerindeki lanet kalkacaktır. Şanslı(!) hanım kızımız ise uyuşturucu müptelası babası tarafından elin çirkinine muhtaç bırakılan Lindy (Vanessa Hudgens)’dir.

Her uyarlamada aynı mesleleri konuşurken buluyoruz kendimizi. Beastly, Güzel ve Çirkin gibi evrensel ve halen geçerli bir anlatıyı günümüze ve New York’a taşıyor. Akla gelen ilk soru: Neden? İşte, daha bu ilk soruda çuvallayan bir senaryo var karşımızda. James Joyce gibi Odisseas’ın meşakatli yolculuğunu modernizmin sularına taşımasını ya da Akira Kurosawa‘nın Ran filminde yaptığı gibi insanlığın temel meselelerindeki evrenselliği yeniden vurgulamasını beklemiyoruz; ama en azından Baz Luhrmann‘ın Romeo + Juliet‘indeki gibi “havalı” bir cila çekebilseydi bari. Güzellik ve paraya düşkünlüğü kişisel bir erdemsizlik olarak sunarak zaten baştan kaybeden bu filmin tek dikkat çeken unsuru, TV kökenli meşhur oyuncuları. Ancak sadece isim olarak, performans olarak değil.

[ Deniz Akhan ]

İhanet
Partir
 

Yönetmen: Catherine Corsini

Senaryo: Catherine Corsini

Oyuncular: Kristin Scott Thomas, Sergi López, Yvan Attal, Bernard Blancan

Yapım: 2009, Fransa, 85 dk.

Zengin doktor kocası ve çocuklarının konforlu çeperinden başını uzatan Suzanne (Kristin Scott Thomas) ile halk çocuğu Ivan (Sergi López)’ın yasak aşkını aktaran film, akla hemen yakın dönemde seyrettiğimiz Benim Adım Aşk (Io sono l’amore, Yön: Luca Guadagnino, 2009)’ı getiriyor. Ancak İhanet çok daha bilindik anlatı tekniklerine yaslanan, oyunculukların gücüne güvenen bir film. Bu amacına da belli bir ölçüde ulaştığı için vasatın üzerine biraz çıkabiliyor. Sonuç olarak seyretseniz de olur, seyretmeseniz de…

Kadın İsterse
Potiche
 

Yönetmen: François Ozon

Senaryo: Pierre Barillet, Jean-Pierre Grédy

Oyuncular: Catherine Deneuve, Gérard Depardieu, Fabrice Luchini, Karin Viard, Judith Godrèche

Yapım: 2010, Fransa, 103 dk.

Nerden bakarsanız bakın- acayip şeylerin yaşandığı, yetmişli yıllardayız.. Robert Pujol (Fabrice Luchini), bir şemsiye fabrikası patronudur.. (Şimdi yazarken bana da biraz saçma geldi ama ‘şemsiye fabrikası’ diye de bi şey var yâni.) Fabrikasında sırf şemsiye üretiliyor diye onu siz de küçümsemeye kalkmayın lütfen.. Hem kendisi, patronluğun dünyadaki genel imajının ne olduğunu iyi etüt etmiş ve bu biçimde görünerek, hâzâ bir patron gibi düşünüp, aynen öyle hareket etmesini de iyi beceren biridir..

Bu cümleden olarak Mösyö Pujol, şehrin mutena bir semtinde bulunan ‘saray yavrusu’ bir evde, âdeta Catherine Deneuve çekiciliğine sahip karısı Suzanne (Catherine Deneuve) ve çocuklarıyla -ilk baştan beri uyguladığı disiplin ve kurallar dahilinde- mutlu, müreffeh bir hayat sürdürmektedir.. Yine her patron gibi- işçilerini birer ‘özgür köle’ gibi görerek, aynı disiplini fabrikasında da uygulamanın konforunu yaşayan Pujol’un, bir adet genç ‘sekreter-metres’ sahibi olduğunu da unutmadan ekleyelim..

Yalnız değişmeyen bir gerçek olarak, ‘zaman’ değişmekte; bu arada, işçiler ve kadınlar ve de onların bilinçleri de evrim geçirmektedir.. Yetmişli yılların tüm dünyada yükselttiği isyan dalgası, işçi grevleri vasıtasıyla önce bizim mösyönün şemsiye fabrikasını sarsacak; hemen akabinde, kadın bilinçlenmesinden ve komünist belediye başkanı Maurice Babin (Gérard Depardieu)’in karizmasından etkilenen karısına da olanlar olacaktır..

Gouttes d’eau sur pierres brûlantes (2000) ve Yuva (Le refuge, 2009) gibi bazı filmlerini hayranlıkla onayladığım; lâkin, diğer bazı filmlerini gördükten sonra da ‘niye yapmış ki şimdi bunu’ diyerek, başka bir torbaya -haddim olmayarak tabii- yolladığım bir yönetmendir François Ozon..

İşçi ve insan haklarına, kadın-erkek eşitsizliği kapsamındaki kadın başkaldırısına ve beşeri çıkarcılığın, sendikadan, siyasete kadar her alanda yarattığı bozulmalara değinen; ancak, bu gayet ciddi olgular deryasında -derine hiç dalmadan- yüzeyden yüzerken, bir yandan da komiklik yapmaya çalışan Kadın İsterse de -maalesef- benim ikinci torbaya giren filmlerden biri oldu..

Bir tiyatro oyunundan uyarlanan Kadın İsterse, yönetmenine falan takmadan, dolayısıyla da fazla bir şey beklemeden izlendiğinde -yine de- zevk alınması mümkün, özellikle usta oyuncuların varlığıyla da güçlendirilmiş bir komedi..

[ Numan Serteli ]

Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde
Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides
 

Yönetmen: Rob Marshall

Senaryo: Ted Elliott, Terry Rossio, Tim Powers (roman)

Oyuncular: Johnny Depp, Penélope Cruz, Ian McShane, Geoffrey Rush, Óscar Jaenada, Kevin McNally, Stephen Graham, Sam Claflin

Yapım: 2011, ABD, 137 dk.

Karayip Korsanları serisinin dördüncü ayağının basın gösteriminde izleyeceğimiz filmden daha eğlenceli bir şey vardı salonda: Biz. Etrafıma şöyle bir baktım film başlarken… Liberace gözlüğü takmış bir sürü insan. Sanki ölüm yıldönümünde kendisini anmak, onun şarkılarını dinlemek için toplanmış bir grup Liberace hayranıydık.

Bu arada film seyrederken gözlük takmak zorunda olmak, bana hala yatarken rüyada netlik elde etmek hevesiyle gözlük takmak kadar salakça geliyor söyleyeyim.

Filme geçecek olursak… Kahramanlarımızın bu kez ab-ı hayat çeşmesini aradıkları maceranın serinin en zayıf hikayesine sahip olduğunu söyleyerek başlayalım. Hikayenin fantastik ayrıntılarının mitolojik yönlerine hiç kafa patlatılmadığı gibi, kareografi ve sahne tasarımı açısından öncüllerini çok gerisinde kalan aksiyon sahneleriyle bezenmiş film. Çizgi filmlere öykünen bu çocuksu sahneleri, herhangi bi Jackie Chan filminde de görmeniz mümkün zaten. Oyunculardan çok dublörlerin ve CGI’cıların terlediği bu sahneler için 200 milyon dolar bütçeye ne gerek varmış bilemiyorum.

Serinin en kötü filmi seçmekte hiçbir beis görmediğim Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde, zeka ve yaratıcılık pırıltılarından yoksun, hikayede ve karakterlerde klişelere, teknolojiye, geçmişten sarkan şöhretine ve elbette Johnny Depp’e yaslanan pahalı ama vasat bir film. Önceki filmlerdeki gizeme, heyecana, görselliğe, gotiğin o dehşetengiz tadına, arka planında müthiş hikayeler yatan karakterlerine ve en önemlisi de unutulmaz sahnelere hasret bırakıyor sizi.

Son olarak… 3D’nin değil bu filme, sinemaya pek bir şey katmadığını düşünen biri olarak “What is the Matrix?” ve “Baudrillard” demek istiyorum… D’ye gerçekten ihtiyaç mı var? 3D gerçekten sinemaya bir şey katıyor mu? Yoksa yalnızca biz öyle olduğuna mı inandırılıyoruz?

[ Landlord ]

Misafir 

Yönetmen: Ozan Aksungur

Senaryo: Ozan Aksungur

Oyuncular: Halit Ergenç, Lale Mansur, Yeşim Ceren Bozoğlu, Murat Mahmutyazıcıoğlu

Yapım: 2010, Türkiye

Ozan Aksungur’un ilk uzun metraj denemesi olan Misafir, uzun yıllar sonra Paris’ten memleketi Kütahya’ya dönmek zorunda kalan Oktay (Halit Ergenç)’ın hikâyesini anlatıyor. Oktay, memlekette muhtelif sebeplerden dolayı ailesinin yanında kalamıyor. Bunun üzerine bir aile dostunun evine sığınıyor. Burada karşılaştığı Ayşe (Lale Mansur) ile yakınlaşmaya başlayan Oktay, onunla beraber Paris’e geri dönebilecek midir?

İlk yarısında Oktay ile Ayşe arasında yakaladığı cinsel elektrik ile izleğe oturan film, yükselttiği tansiyonu koruyamıyor ve rayından çıkıp savruluyor. Filmin bu kadar dağılmasının nedeni; bence yönetmen/senarist Ozan Aksungur’un Kırmızıgülvari bir handikaba sahip olması. Şöyle ki, Ozan Aksungur da Kırmızıgül gibi dramatik bir metnin nasıl olması gerektiğinden habersiz ne yazık ki. Filmde dağınık bir şekilde duran çatışmaların hiçbiri omurgaya dahil olmuyor; Ayşe’nin ailesi, lezbiyen ilişki yaşadığı komşusu vs… Üstelik yönetmen dizi kökenli olmasına rağmen bir sürü teknik kusurla dolu film. Devamlılık hataları, zamanlama hataları gırla…

Oktay karakteri bir alkolik, fakat bu alkolikliği filmin dramatizasyonu için sadece bir yan değini kalmış. Yani karakterin alkolik olmasının filmin hikâyesi ile doğrudan organik bağı bulunmuyor. Eğer bu boyutu hikayenin temel çatışması içinde erit(e)meyeceksiniz, alkolizmin altını bu kadar kalın çizmenin bir manası yok bana kalırsa. Karakterinize sahneler boyunca rakı içirtiyorsanız bir nedeniniz olmalı, değil mi? Son olarak oyunculuklara gelecek olursak; Halit Ergenç’in vasat bir performans ile boy gösterdiği filmde, Lale Mansur karakterinin hakkını veriyor…

[ Ercan Dalkılıç ]

Şov Bizinıs 

Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu

Senaryo: Mustafa Uğur Yağcıoğlu

Oyuncular: Zeynep Aydemir, Önder K. Açikbas, Zeynep Beserler, Gülden Dudarik, Dost Elver

Yapım: 2010, Türkiye

Şov Bizinıs, adını aldığı sektörün komik ve trajik yönlerini aktarmaya niyetlenen bir film. Bu kadarını sadece fragmandan çıkarıyoruz, çünkü koca sitede filmi seyretmiş tek kimse yok. Zaten Numan Serteli seyretmemişse kimse seyretmemiştir. Buna rağmen Recep İvedik ekolünü takip eden, belli anlarda güldürmeyi başarsa da bütünsellikten uzak, kopuk bir skeçler topluluğu olduğunu tahmin ediyoruz. Vizyona girdiği ilk gün bilet almak riskli olabilir, ama kim bilir?..

Türkan 

Yönetmen: Cemal Şan

Senaryo: Oya Yüce, Ayça Mutlugil

Oyuncular: Rüçhan Çalışkur, Ragıp Savaş, Tardu Flordun, Şebnem Sönmez, İsmail Hacıoğlu, Selin Demiratar, Altan Erkekli, Begüm Birgören, Binnur Kaya, Şevket Çoruh

Yapım: 2011, Türkiye

Türkan Saylan’ın -bi ara dizi film de yapılan- hayat hikâyesi, Ayşe Kulin‘in yazdığı Tek ve Tek Başına: Türkan adlı romandan hareketle ve Cemal Şan’ın yönetimiyle, şimdi de beyaz perdede..

Yalnız bu öykü, Saylan‘ın sadece son günlerini kapsıyor.. Yakın bir tarihte öleceğini bilen bir insan olarak onu daha çok, geçmişiyle hesaplaşırken, işleri yüzünden kendilerini ihmal ettiğini ağlayarak itiraf ettiği iki oğluyla ve torunuyla zaman geçirirken görürüz.. Bu arada, cüzamlı hastaları dahil, hayatında önemli yer tutmuş insanlarla da bir bir vedalaşır.. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği‘nin kapatılmasıyla sonuçlanan, evine yapılan o meşum polis baskınının da yer aldığı bu sahnelere, başlık parasına satılmamak ve okumak için köyünden kaçan bir küçük kızın İstanbul macerası da eşlik eder..

Türkan Hoca’yı verdiği bu yaşam mücadelesinde ayakta tutan en büyük motivasyon kaynağı -yakında yapılacak olan- Ç.Y.D.D.‘nin 20. yıl kutlamalarıdır.. O güne kadar hayatta kalabilmek artık onun tek amacı haline gelmiştir.. Çünkü o kutlamalar için satılacak her bilet, bir kız çocuğunu daha okutacaktır..

Bu ülkeyi ve insanlarını ezelden beri sömüren çıkar odaklarının en tabu olanlarından bazılarını rahatsız ettiğinden, her türlü hakarete, yaftalamaya ve hırpalamaya uğrayan, ‘gerçek’ ama ‘melek gibi’ bir kadının son günlerini perdeye taşıyan yönetmen Şan, ortaya koyacağı biyografik dramın -sonuçta- bir ‘misyon filmi’ olacağının bilincinde.. Biraz da bu yüzden, ‘Sinema Sanatı’ bağlamında fazla bir değer taşımayan filmini -konunun zorlamasına uymayarak- belgeselciliğe de yanaştırmadan, bir takım numaralarla süsleyerek de abartmadan, ‘sade’ bir biçimde çekmeyi başarmış.. Olumsuz bir eleştiri getirmek gerekirse- içerik gereği, adamı hakikaten yapmaya iten ajitasyonu, belki daha az ve tekrarlara kaçmadan kullanabilirmiş..

Öte yandan, sinema dünyasından bir çok ünlü ismin -belli ki bir dayanışma ruhu içinde- bir şekilde rol üstlenerek göründüğü filmi baştan sona başarıyla sırtlayan Rüçhan Çalışkur, kendisini bize Türkan Saylan olarak benimsetmekte hiç zorluk çekmiyor..

[ Numan Serteli ]

[poll id=”151″]

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et