BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Ters Nija vizyondaki rehberiniz olmaya devam ediyor. Haftanın filmi müzikal devrimin sesi Yaşamın Ritmi (Sound of Noise). Ancak Ultra Mega Süper Kahraman (Griff The Invisible) ve Aşkın Sessizliği (Tous Les Soleils) de dikkate değer yapımlar. Herkese iyi seyirler...

Ege Görgün

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (29 Temmuz 2011)

Ters Nija vizyondaki rehberiniz olmaya devam ediyor. Haftanın filmi müzikal devrimin sesi Yaşamın Ritmi (Sound of Noise). Ancak Ultra Mega Süper Kahraman (Griff The Invisible) ve Aşkın Sessizliği (Tous Les Soleils) de dikkate değer yapımlar. Herkese iyi seyirler…

Yaz ayları sinema sektöründe “ölü sezon” olarak tanımlanıyor. Gişe canavarı Amerikan filmleri sonbahar ve bahar aylarını beklerken, bol köpüklü yerli sinema sektörü de dizilerden arta kalan zamanı yeni filmlerin çekimlerine harcıyor. Bu durumun iyi tarafı normalde vizyon şansı bulamayacak pek çok yapımın sinema salonlarında izleyici ile buluşması. Ancak anlaşılması zor bir dağıtım politikası nedeniyle bunun da anlamı kalmıyor. Haftanın en iyi filmi olan Yaşamın Ritmi sadece tek bir salonda gösterime girerken, haftanın en kötü filmi olan Kara Büyü 58 kopyayla dağıtılıyor. Kayda değer diğer filmler Aşkın Sessizliği (13 kopya) ve Ultra Mega Süper Kahraman (3 kopya) için de durum pek iç açıcı değil. Sinema sektöründeki bu en garip durumlardan birinin en ufak bir tartışmaya konu bile olmaması da ayrı bir sorun.

Aşkın Sessizliği
Tous Les Soleils / Silence of Love
Yönetmen: Philippe Claudel

Senaryo: Philippe Claudel

Oyuncular: Stefano Accorsi, Neri Marcorè, Clotilde Courau, Lisa Cipriani

Yapım: 2011, Fransa, 105 dk.

Alessandro (Stefano Accorsi), Strasbourg Üniversitesi’ndeki müzik öğretmenliğinden arta kalan zamanında hastanelerdeki hastalara kitap okuyan ince ruhlu bir adam. Ancak hayatı güllük gülistanlık değil. Bunun birinci sebebi genç yaşta kaybettiği karısının travmasını hâlâ aşamaması, kendi içine kapanması. İkinci sebep eşinin ölümünden beri yaşamının sevinci olan kızı Irina (Lisa Cipriani)’nın ergenlikle beraber kendisine bir yetişkin gibi davranılmasını talep eden kişilik değişimi. Üçüncü sebep ise anarşist ruhlu ressam kardeşi Luigi (Neri Marcorè)’nin resimlerini kapitalist spekülatörlere satmayı reddetmesi ve evin ekonomisine tek kuruş katkı yapmadan evinde yaşaması. Bu sorunların yanı sıra yalnızlığın kalın çeperleri içinde yaşayan Alessandro bir gün Floransa (Clotilde Courau) adlı genç ve güzel bir kadınla tanışır.

İlk filmi Seni O Kadar Çok Sevdim ki… (Il y a longtemps que je t’aime, 2008)‘de  büyük bir trajedi yaşayan bir kadının kefareti geride bırakıp hayata tutunma çabasını anlatan Fransız yönetmen Philippe Claudel, yeni filminde hayatın mizahını da ihmal etmeyen bir hikâye aktarıyor. Film hakkındaki genel yorumlar Claudel’in bu ton değişikliğinde iyi bir denge yakaladığı, oyuncuların doğallığının filme önemli katkı yaptığı yönünde. Drama seven seyircinin ilgisini hakediyor.

İblis
La Posesion de Emma Evans / Exorcismus

[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Manuel Carballo

Senaryo: David Muñoz

Oyuncular: Tommy Bastow, Sophie Vavasseur, Stephen Billington, Brendan Price, Clàudia Costas

Yapım: 2010, İspanya, 98 dk.

Konusunu bile anlatmaya gerek duymayacağınız bir klişe öykü. Ve şeytan genç kızın içine girer şeklinde özetleyebileceğimiz film bir İspanyol yapımı. Finaline dek Katolik okullarda ergen öğrencilerin içine dogmatik korku tohumları ekmek, Allahsızların nasıl dersini aldığını gösterip topluca huşuya ermek adına yapıldığı izlenimi veren film, finalde bizi ters köşeye yatırarak baştaki izlenimlerimizi biraz törpülüyor. Bu finalin ne olduğunu söyleyip sürpriz bozmaya ve kulağıma çalınmasa da kosmostaki yankılarından elbet bir gün etkileneceğim küfürlerinize maruz kalmaya niyetim yok. Zaten anne babalarımızın da söylediği gibi “kötü söz sahibinindir.”

Düşük bütçesini de dikkate alarak konuşacak olursak teknik olarak vasatın altına düşmeyen bir yapım olduğu söylenebilir İblis’in. Ama yine de vizyona çıkabilmesini sebebi ölü sezonda olmamız ve şeytanlı filmlerin Exorcist’ten beri belli oranda seyirci çekmesi. Bu arada, Exorcist ne filmdir ama değil mi?

[ Landlord ]

Kara Büyü
Needle

[xrr rating=1.5/5]
Yönetmen: John V. Soto

Senaryo: Anthony Egan, John V. Soto

Oyuncular: Jane Badler, Tahyna Tozzi, Travis Fimmel

Yapım: 2010, Avustralya, 90 dk.

Üniversite öğrencisi Ben Rutherford (Michael Dorman)’a antika koleksiyoncusu babasından gizemli bir mekanik kutu miras kalmıştır. Ben kutunun ne olduğunu araştırken çalındığını farkeder. Ardından arkadaşları sebebi bilinmeyen bir biçimde vahşice ölmeye başlar. Babasının ölümünden beri konuşmadığı ve adli tıpta fotoğrafçı olarak çalışan ağabeyi Marcus (Travis Fimmel) amatör bir dedektif gibi cinayetleri araştırırken, Ben profesörünün de yardımıyla makinenin intikam almak amacıyla kullanılan bir voodoo makinesi olduğunu öğrenir. Birisi Ben’in arkadaşlarını öldürerek kendisinden intikam almaya çalışmaktadır, ama kim ve neden?

Korku/gerilim türünün alt türlerinden yüzeysel bir harman yapan filmin zayıflığının sebebi konunun artık gına getiren bir tekrar olması değil. Eğer bu kadarla kalsaydı belli bir vasadı yakalama şansı olurdu. Ancak konunun tekdüze ilerleyişi sırasında karakterlerin psikolojisi öylesine baştan savma ve tutarsız bir biçimde çizilmiş ki her biri filmdeki makineden çok daha mistik görünüyorlar. Yönetmen John V. Soto slasher türünün ilk dönemlerindeki heyecanlı genç yönetmenlere banziyor; senaryo üzerine kafa yormadan kanlı sahneler çekerek eğlenmek istiyor. Ancak yaklaşık bir 40 yıl geç kaldığının farkına varması gerekiyor. Üstelik o dönemki yönetmenler Soto‘dan çok daha samimiydiler.

Kara Büyü için kötü film severlerin bile yüz vermeyeceği bir yapım demek doğru olur sanırım.

[ Deniz Akhan ]

Ultra Mega Süper Kahraman
Griff The Invisible

[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Leon Ford

Senaryo: Leon Ford

Oyuncular: Ryan Kwanten, Maeve Dermody, Toby Schmitz, Patrick Brammall

Yapım: 2010, Avustralya, 90 dk.

Griff (Ryan Kwanten), her sabah işe giderken sokak kedilerine kutuyla yemek bırakacak denli yüreği iyilikle çarpan, bir ofiste ‘masa başı işi’ kapmış genç bir adamdır..

Akşam iş çıkışı vardığı evinde -âdeta gazeteci Clark Kent misâli- değişim geçirerek, kendi çapında bir ‘süper kahraman’a dönüşen kahramanımız, bu hususta da gayet iddialıdır.. Neden o da, ‘İyilerin Dostu, Kötülerin Kâbusu’ bir yiğit oğlan olmasın ki?

Yalnız yaşadığı evinin bir bölümünü elektronik teçhizatla donatarak, şehrin sokak ve caddelerini sürekli gözetler bir merkez hâline getiren Griff, kötü adamların, masum insanlar üzerinde uyguladıkları, hırsızlıktan, gaspa kadar her türlü eylemi önceden ya da anında görebilmekte; kendi dizaynı kahramanlık elbisesini giydiği gibi de hemen olay yerine intikâl etmektedir..

Kendisiyle karşılaşan ‘şanssız’ kötüleri, bi temiz dayak atmadan bırakmayan Ultra Mega Süper Kahraman, kendini daha da geliştirmenin yollarını aramaktadır.. ‘Görünmez Adam’ olmak, şu günlerdeki en önemli çalışmasıdır..

Geceleri, böylesine tehlikeli ve büyük işler başaran bir kahramanken, gündüzleri iş yerinde tam bir sünepe görünümüne bürünen Griff’le, ofis çalışanları kafa bulmakta, kızlara hava atmanın peşinde bir kasıntı herif olan Tony (Toby Schmitz) de, bu saf oğlanı iyice rezil edecek projeler geliştirmektedir..

‘Korumaya çalıştığı’ toplumla uyumsuz bir asosyal kişi olan Griff’e aslında bu işi bulan ve arada sırada da evinin kapısını çalan tek kişi, ağbisi Tim (Patrick Brammall)dir.. Kardeşinin yanında bulunmak için işini gücünü bırakarak, bu şehre dahi gelip yerleşen ‘sorumlu ağbi’, Griff’in giderek tuhaflaşan davranışları karşısında endişelenmekte ve onu ‘gerçek dünya’ya geri çekmeye çalışmaktadır..

Gelgelelim, ağbinin yeni bulduğu ve erkek arkadaşı olabilmek için de çabaladığı Melody (Maeve Dermody), en az kardeşi kadar alışılmadık karaktere ve düşüncelere sahip, bir ‘tuhaf’ kızdır..

Tim, duvarlardan geçebilmenin teorisini bulmuş, pratiğini de geliştirmekte epey yol katetmiş, tuhaf olduğu kadar güzel ve sempatik bu kızdan hoşlansa da duyguları ve de hayata bakışları onunla asla bir noktada buluşamayacak gibidir..

Peki -hemen hemen- aynı frekanstan çalan Griff ve Melody göz göze geldiğinde neler olacağını tahmin edeniniz var mı?

İnsanların el birliğiyle boktan bir hâle getirdiği şu dünyayı, kendi zihinlerinde olağanüstü ilginç, şaşırtıcı derecede güzel bir biçime çevirerek algılayan iki gencin hem tek başlarına, hem de birlikte oluşturdukları bir ‘kırık’ hikâye..

Yönetmen Leon Ford‘un bu ilk uzun metrajı, ‘süper kahraman filmi’ formülünü hatırlatır bir biçimde başlayıp gelişse de onun asıl derdinin, bu türe bir eleştiri getirmek olduğu da aşikâr..

Bu yönüyle, kendisini ancak bir bilgisayar oyunu içine attığında mutlu ve kahraman hisseden otistik bir genci anlatan Ben X (2007) adlı filmle yolları kesişen Ultra Mega Süper Kahraman, aynı şeyi sululukla (komedi değil!) yapmayı tercih eden Yeşil Yaban Arısı (The Green Hornet, 2011)‘ten ise, fersah fersah uzak duruyor..

Örneğine az rastlanır biçimde ‘alçakgönüllü’ bir süper kahramanın, aynı mütevazılıkla anlatıldığı, sempatik ve iyi oyunculara sahip, hem komik, hem hüzünlü, hem de kesinlikle ‘akıllı’ bu film, izlenmeyi hak ediyor..

[ Numan Serteli ]

Yaşamın Ritmi
Sound of Noise

[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson

Senaryo: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson (Jim Birmant, Ola Simonsson ve Johannes Stjärne Nilsson’nun öyküsünden)

Oyuncular: Bengt Nilsson, Sanna Persson, Magnus Börjeson

Yapım: 2010, İsveç / Fransa, 102 dk.

Polis dedektifi Amadeus Warnebring (Bengt Nilsson) ismine uygun şekilde ülkenin en önemli müzisyenlerinin çıktığı bir aileye mensuptur. Ancak Amadeus ailedeki kara koyundur. Müziğe hiç yeteneği olmamasının yanı sıra müziğe tahammül edememisine neden olan işitsel bir anomalisi vardır. Amadeus, özel hayatında kendini dışladığını hissettiği ailesi tarafından kabul görmek için çaba sarf etmektedir. İş hayatında ise yaptıkları çılgın müziğin titreşimleriyle şehri kaosa sürüklemeye çalışan anarşist bir çeteyle uğraşmaktadır.

Bu yılki Uluslar arası Sofya Film Festivali’nde benim de dahil olduğum sinema yazarları jürisi tarafından oy birliği ile FIPRESCI ödülüne layık görülen Yaşamın Ritmi, aynı anda hem akla, hem göze, hem kulağa, hem de yüreğe hitap etmeyi başarabilen çizgi üstü bir yapım. Zeka fışkıran hikayesine geleneksel ve absürt mizahı laboratuvar ortamı titizliğinde ayarlanmış oranlarla yediren, bilimkurguyu akla getiren bir müzikkurgu türü ortaya çıkaran filmin benim de tanışma fırsatı bulduğum İsveçli iki kankanın ilk filmleri olduğunu da belirtelim. Çocukluklarından bu yana tanışıyor olmaları ortaya efektif bir sinerji çıkarmış. Biraz da senaryo kendilerine ait olduğu için herhalde, daha ilk filmlerinde dört dörtlük başarıyı yakalıyorlar.

[ Landlord ]

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et