BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Lars Von Trier’in sarsıcı çalışması Deccal, popüler serinin devam filmi Sex and The City 2, güçlü oyuncu kadrosuyla dikkat çeken dadı öyküsü Dadı McPhee: Büyük Patlama, uzun yıllar ayrı kalmış bir baba ile çocukları arasındaki iletişim sorununu konu alan duygusal Son Şarkı ve 1980’lerde değişen dünya dengelerini anlatan politik gerilim Elveda.

Vizyon

Fecir Alptekin’le Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (11 Haziran 2010)

Lars Von Trier’in sarsıcı çalışması Deccal, popüler serinin devam filmi Sex and The City 2, güçlü oyuncu kadrosuyla dikkat çeken dadı öyküsü Dadı McPhee: Büyük Patlama, uzun yıllar ayrı kalmış bir baba ile çocukları arasındaki iletişim sorununu konu alan duygusal Son Şarkı ve 1980’lerde değişen dünya dengelerini anlatan politik gerilim Elveda.

11 Haziran Cuma günü beş yeni film vizyona giriyor: Lars Von Trier’in sarsıcı çalışması Deccal, popüler serinin devam filmi Sex and The City 2, güçlü oyuncu kadrosuyla dikkat çeken dadı öyküsü Dadı McPhee: Büyük Patlama, uzun yıllar ayrı kalmış bir baba ile çocukları arasındaki iletişim sorununu konu alan duygusal Son Şarkı ve 1980’lerde değişen dünya dengelerini anlatan politik gerilim Elveda. Özellikle Deccal’in kaçırılmaması dileklerimizle, iyi seyirler…

Antichrist/ Deccal

Yön: Lars Von Trier
Sen: Lars Von Trier
Oyn: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg, Storm Acheche Sahlstrom
Yapım: 2009, Danimarka – Almanya – İsveç – Fransa – İtalya – Polonya, 108 dk.

Lars Von Trier’nin, özel yaşamındaki bir depresyon döneminin ardından çektiği, kariyerinin en önemli filmi olarak nitelendirdiği ve Andrey Tarkovsky’ye adadığı Antichrist/ Deccal vizyona girdi. Kabul etmek gerekir ki bazı bölümlerdeki müthiş görselliği, yer yer iddialı diyalogları, gerek cinselliğe gerekse şiddete dair çok sert sahneleri, cesur oyunculukları ve kurcaladığı konular/ sorduğu sorular ile sarsıcı bir film Deccal. Ancak bıraktığı izlenim ve etki de, ne yazık ki kendi tematik içeriği ve imgeleri gibi çelişkilerle dolu…

Dogma 95’in kurucularından Lars Von Trier’in kariyerinde Epidemic/ Salgın (1987), Europa/ Avrupa (1991), Breaking the Waves/ Dalgaları Aşmak (1996), The Idiots/ Gerizekalılar (1998), Dancer in the Dark/ Karanlıkta Dans (2000), Dogville (2003), Manderlay (2005) gibi pek çok önemli film var… Sinemayı ciddiye alan ve her defasında o güne kadar yaptıklarına meydan okuma motivasyonuyla kamera arkasına geçen Trier hiç kuşkunuz olmasın ki Deccal ile yine sıra dışı, yine şaşırtıcı bir iş sunuyor bizlere. Ancak içindeki tüm entelektüel çabaya ve emeğe karşın, örneğin Dalgaları Aşmak kadar kalbimize işleyen bir film bırakmıyor geride…

Deccal, Handel’in bir aryası eşliğinde, bugüne dek çevrilmiş en estetik sevişme sahnelerinden biriyle açılış yapıyor. Ancak Charlotte Gainsbourg – Willem Dafoe çifti, hazzın bedelini, kendilerinden geçtikleri o anda camdan düşen küçük oğullarının ölümüyle ödüyorlar… Film, işte bu travmayla tetiklenen ve karı koca arasında başlayan bir ilişki sorgulama süreci, yas dönemi ve bu dönemde yaşanan terapi/ psikolojik tahlil evreleri üzerine kurulu. Trier öyküsünü yine episodlar halinde kurgulamış: Yas başlıklı ilk episodda kadının korkularıyla yüzleşmesi, Acı (Kaos Hükümdarlığı) başlıklı ikinci episodda bu korkuların karşılığının “şeytanın kilisesi” olarak tanımlanan doğada bulunması, Umutsuzluk (Kadın Katliamı) başlıklı üçüncü episodda doğanın aslında insanoğlunun da doğası olduğu, dolayısıyla asıl korkutucu/ kötücül olanın insan ve tabii kadın olduğu, Üç Dilenci (Acı – Umutsuzluk – Yas) başlıklı dördüncü episodda ise bu kötülüğün temelinde kadın cinselliğinin yattığı anlatılıyor.

Başlangıçta da değindiğim gibi, filmle ilgili hislerim son derece çelişkili… Öncelikle, karı koca ilişkilerinin sorgulama sürecinin çocuk kaybı travmasıyla başlatılmasını fazla klişe bulduğumu söylemeliyim. Fakat diğer yandan, kadınlarla uğraşmaktan bir türlü vazgeçmeyen Trier’nin, kendini suçlama-cezalandırma ritüelini vicdani temsilin en tepe noktası olabilecek “anne” bünyesine yerleştirmesi, olaydaki neden – sonuç ilişkilerinin rasyonel altyapısını kotarmaktaki ustalığı ve anne/ kadının bilinçaltı süreçlerinin hangi dış uyarıcılarla oluştuğuna dair ilişkilerin kurulmasındaki imge kullanımı karşısında hayranlığımı ifade edecek söz bulamıyorum.

Kadın, oğlunu bir orgazm anında kaybedişi nedeniyle kötücül olanı tamamen kendi doğasıyla özleştiriyor ve kendi cinselliğini cezalandırıyor. Öte yandan, karakterin geçmiş dönemlerde hazırladığı akademik bir araştırmada, cadılık ve tarihteki toplu kadın katliamları üzerinde çalışmış olması da bilinçaltı süreçlerin tahlilinde kullanılan destek öğeler arasına ustalıkla yerleştirilmiş. Zira kadın, kocasıyla birlikte geçireceği yas dönemi için, zamanında çok sevdiği ve araştırmasını yazmak üzere çekildiği Eden ormanlarını seçiyor yine… Fakat eskiden çeşit çeşit meyveleriyle bin bir tatlar sunan Eden ormanları, artık sadece korkutucu ve kötü duygular yaratıyor. Tıpkı cinselliğin artık sadece acıyı çağrıştırması gibi…

Tabii ki Trier’nin kurguladığı bu tabloya alkış tutmamak mümkün değil… Ancak Deccal, bunca zoraki kurgulanmış bir realitenin içinde doğallık hissini muhafaza etmeyi başaramıyor. Dolayısıyla büyük saygı uyandırsa da, Dalgaları Aşmak misali su gibi içimize akamıyor. Diğer yandan, yukarıda en sade haliyle aktarmaya çalışmış olsam da, aslında filmdeki episodların ayrımı ve içerikleri yeterince anlamlı değil. Ve biraz daha detaya inersek, terapi sürecindeki psikoljik tahlillerin de fazlaca popüler kültüre ait durduklarını ve filmin taşıdığı iddiaya oranla basit kaldıklarını söyleyebilirim. İşte bahsettiğim nedenlerledir ki, olayların yaşandığı ormandaki atmosfer ve ıssızlık ritmiyle Tarkovsky’ye göndermeler yapsa da, ne yazık ki derinliği ve meditasyon süreci açısından da usta yönetmenin çok gerisinde kalıyor Trier.

Sinema çevreleri Deccal’in feminist mi yoksa kadın düşmanı bir alt metin mi taşıdığına dair iki farklı görüşte toplanmış durumda. Bana göre Trier’in açık hedefi, kadın cinselliğinin yüzyıllar içinde teolojiye dayalı şeytani argümanlarla bastırılışına karşı bir eleştiri getirmek… Ve son olarak, filmdeki rolüyle geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunan Charlotte Gainsbourg’un bu hedefe giden yolda en büyük katkıya sahibi olduğunu ve tarihe geçecek bir performans sergilediğini özellikle belirtmek istiyorum.

Sex and the City 2


Yön: Michael Patrick King
Sen: Michael Patrick King
Oyn: Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis, Cynthia Nixon
Yapım: 2010, ABD, 146 dk.

Ünlü tv serisi, kadınların sevgilisi, beklenen Sex and the City2 nihayet sinemalarda… İlk filmin devamı niteliğindeki yapımda yine dört renkli kahramanın hayatlarından kesitler ve maceralar, dengeli bir dram – komedi harmanıyla anlatılıyor. İlk filmin kaldığı noktadan itibaren kahramanların yeni hayalleri, planları, hayata bakışlarındaki değişimler ve arayışları, artık klasikleşen Sex and City dili ve üslubuyla izleyiciye aktarılmış.

Yönetmen koltuğunda, ilk filmde ve tv serisinin bazı bölümlerinde olduğu gibi yine Michael Patrick King var.

Nanny McPhee and the Big Bang/ Dadı McPhee: Büyük Patlama

Yön: Susanna White
Sen: Emma Thompson (Christianna Brand’in kitabından)
Oyn: Emma Thompson, Ralph Fiennes, Ewan McGregor, Maggie Gyllenhaal, Rhys Ifans, Asa Butterfield
Yapım: 2010, İngiltere – Fransa – ABD, 109 dk.

Bugüne dek pek çok kez kullanılmış olsa da izleyici üzerinde hala duygusal etki yaratabilen klasik “Kimsenin başa çıkamadığı yaramaz ufaklıkları sonunda dize getiren özel insan” temasında bir film daha! Ama bu kez en azından oldukça çekici bir oyuncu kadrosuyla… Zamanda ileriye doğru sıçrayan dadı McPhee, aile çiftliğini tek başına çekip çevirmeye çabalayan Bayan Green’in kapısında beliriverir. Bu sıralarda Bayan Green’in çocukları da eve yerleşmiş olan küstah iki kuzenlerine karşı mücadele vermektedirler. Dadı McPhee büyülü güçlerini kullanarak çocuklar üzerindeki eğitim ve terbiye sürecine başlar…

Dadı McPhee, daha çok televizyon için yaptığı işlerle tanınan yönetmen Susanna White’ın ilk uzun metraj sinema filmi.

The Last Song/ Son Şarkı

Yön: Julie Anne Robinson
Sen: Nicholas Sparks, Jeff Van Wie (Nicholas Sparks’ın kitabından)
Oyn: Miley Cyrus, Greg Kinnear, Bobby Coleman, Liam Hemsworth
Yapım: 2010, ABD, 107 dk.

Romantik dram türündeki film, kariyeri uğruna ailesini terk eden bir babanın yıllar sonra çocuklarıyla yeniden buluşmasının öyküsünü anlatıyor. Baba, ergenlik çağındaki kızı ve küçük oğlu ne yazık ki birbirleriyle iletişim kuramaz haldedirler artık. Özellikle genç kız, geçen zamanın ve kırgınlıkların etkisiyle babasıyla iletişime geçmek konusunda tamamen isteksizdir. Baba, sonunda kızına ulaşabilmek için çareyi tek ortak paydaları olan müzikte bulur.

Son Şarkı, bugüne dek Pushing Daisies, Grey’s Anatomy gibi ünlü tv dizilerinde yönetmenlik yapan Julie Anne Robinson’ın ilk sinema filmi.

L’Affaire Farewell/ Elveda

Yön: Christian Carion
Sen: Christian Carion, Eric Raynaud (Serguei Costine’in Bonjour Farewell adlı rolanından)
Oyn: Guillaume Canet, Emir Kusturica, Alexandra Maria Lara, Ingeborga Dapkunaite
Yapım: 2009, Fransa, 113 dk.

Politik gerilim türündeki film, soğuk savaş fonu üzerinde 80’lerde değişen dünya dengelerini irdeliyor. Brejnev sonrasında komünizm idealine olan inancını yitiren Albay Grigoriev, kendi başlatacağı bir hareketle dünya düzenini yeniden kurmaya karar verir. Bir Fransız mühendis ile iletişime geçilir ve ona özellikle de Amerika’yı ilgilendiren çok gizli dokümanlar aktarılmaya başlanır. Bu dokümanlar soğuk savaşın en önemli casusluk bilgilerini içermektedir.

Filmin yönetmeni Christian Carion’ı ülkemizde de gösterilen Joyeux Noel/ Merry Christmas/ Ateşkes filminden anımsayabilirsiniz.

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et