BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Yardım gönüllüsü Japon doktor Atsushi Miyazaki, 41 yaşında bu topraklarda öldü. Kurtarma çalışmalarına katılmak üzere geldiği Van'da, Bayram Otel'in enkazı altında kalarak… bir Türkle bir Japonun birbirine verdiği desteği anlatan öyküm "Enkazdaki Dost"u onun ruhuna armağan ediyorum.

Öykü

Ters Ninja Pazar Öyküleri: Enkazdaki Dost* – Barış Müstecaplıoğlu

Yardım gönüllüsü Japon doktor Atsushi Miyazaki, 41 yaşında bu topraklarda öldü. Kurtarma çalışmalarına katılmak üzere geldiği Van’da, Bayram Otel’in enkazı altında kalarak… bir Türkle bir Japonun birbirine verdiği desteği anlatan öyküm “Enkazdaki Dost”u onun ruhuna armağan ediyorum.

*Yardım gönüllüsü Japon doktor Atsushi Miyazaki, 41 yaşında bu topraklarda öldü. Kurtarma çalışmalarına katılmak üzere geldiği Van’da, Bayram Otel’in enkazı altında kalarak… Bu olaydan birkaç ay önce Japonya’daki deprem nedeniyle yazdığım ve enkaz altında kalan yardım gönüllüsü bir Türkle bir Japonun birbirine verdiği desteği anlatan öyküm “Enkazdaki Dost”u onun ruhuna armağan ediyorum. Bazı yaşamlar hak ettiklerinden kısa sürse de sesleri uzun süre yankılanır semada…

Barış Müstecaplıoğlu

Daha ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Canı çok yanıyordu, vücudu garip bir şekilde kıvrılmış, bacaklarından biri muhtemelen kırılmıştı. Sırtına ve omuzlarına demir parçaları ve sivri taşlar batıyordu. Ama bütün bunlardan daha zoru, rahat bir nefes almak için yegane yolunun başını arada bir uzatıp tek hava kaynağı olan minik deliğe yaklaşmak olmasıydı, bunu yapmadığı sürece doğru dürüst nefes alamıyordu ve içinde bulunduğu durumda bu katlanılması en zor şeydi.

Kaç saattir buradaydı? Bir tam gün geçmiş olabilir miydi? Sesler hatırlıyordu, kıyamet kopar gibi her yerden yükselen çığlıklar, yıkılan binalar, patlayan camlar, gökyüzünü bir an görmüş sonra kendisini aşağı düşerken bulmuştu. Deprem olduğunda bir otelin ikinci katındaydı, binaya girerken kaç kat olduğuna dikkat etmemişti, üzerinde kaç ton taş, demir ve tuğla vardı acaba?
Karanlık o kadar rahatsız edici değildi, hatta şu an içinde bulunduğu durumu, bedeninin ne hale geldiğini görememesi iyi bile sayılırdı. Ama canının acısı ve havasızlık artık onu yavaş yavaş çıldırtıyordu. Hava kaynağı küçük deliği minik bir taşla tıkasa, nefesi kesilse, o durumda taşı yerinden çıkaramazdı muhtemelen, o zaman acısı sadece birkaç dakika sürerdi, sonra bütün bu işkence sona ererdi. Bu fikir son dakikalarda düşünebildiği tek şeydi. Düşündükçe aklında büyüyor, iradesini ele geçiriyor, hükümranlığını ilan ediyordu. Ne zaman geleceklerdi? Zamanında yetişebilecekler miydi? Bu belirsizlik onu içten içe kemiriyor, düşüncelerini zehirliyordu.

“Orada kimse var mı?”

Ses çekingendi. Bir hayal miydi? Hayır, hayal olamayacak kadar yabancıydı, yaşlıydı ve İngilizce konuşmuştu, düşlerine sızacak biri değildi. Gene de soruyu yeniden duyana kadar nefesini tutup bekledi.

“Orada kimse var mı?”

Ses öyle yorgun ve bitkindi ki, bunun bir kurtarma görevlisine ait olmadığını ilk anda anlamıştı. Konuşacak olsa kendi sesi de ancak böyle çıkardı muhtemelen. Oteldeki turistlerden biri olmalıydı, İngilizcesi aksanlıydı. Bir an duymazdan gelmeye niyetlendi, şu lanet deliği kapatıp acıyı ve çıldırtan beklemeyi sona erdirmek daha cazipti, ama sesin sahibinin yalnız olmadığını öğrenirse kendisini biraz daha az kötü hissedeceğini düşündü. Sessiz kalamadı.

“Evet var… Ama yardım edemem ne yazık ki.”
“Ah sonunda… Siz… Siz de mi mahsur kaldınız?”
“Evet. Orada kaç kişisiniz?”
“Sadece ben varım. Ya siz?
“Aynen. Sadece ben…”
“Adınız ne? Nerelisiniz?”
“Ahmet. Türküm. Ya sizin?”
“Hiroshi. Hiroshi Akira. Japonum.”

Sadece ben varım… Bu cümle ağzından çıkarken kötü anılar birbiri ardına üzerine gelmeye başladı. Aslında hayalleri gerçek olsa, bugün burada tek başına olmayacaktı. Bu şehre nişanlısıyla birlikte gelmeye niyetliydi, kim bilir belki balayı için. O kızı gerçekten çok sevmişti, uzun sarı saçlarını, sıcacık gülümsemesini, onu hep koruyup kollamasını, anlamadığı bir şey olduğu zaman gözlerini büyülterek saf saf bakmasını… Kızın anlamadığı çok fazla şey olduğunu ancak ondan ayrıldıktan sonra görmeye başlamıştı. En çok da kendisinin duygularını, hassasiyetlerini anlayamadığını. Ahmet onunla tanıştığında da her felakete koşup giden arama kurtarma gönüllülerinden biriydi. Kız bu yönünü çok sevdiğini söylemiş, onu gururlandırmıştı ilk başlarda, ama ilişkileri ciddileşip evlilik planları yapmaya başladıklarında, felaketleri ve bu konudaki hassasiyetini ikinci plana atamadığı için Ahmet’e kızmaya başlamıştı. Yaşayacakları evi seçmeleri gerekiyordu, düğün hazırlıkları vardı, aile ziyaretlerine mecburdular, ama dünyanın dört köşesinde sürekli bir felaket oluyordu ve Ahmet bunları görmezden gelemiyordu. Aslında denedi. Bir süre bütün hayatını aşık olduğu kıza adamayı denedi. Ama günler geçtikçe içinde bir acı büyüdü, oralarda bir yerlerde yardımına ihtiyaç duyan insanlar olduğu düşüncesini aklından çıkaramıyordu. Nişanlısının onun asla değişmeyeceğini ilk ne zaman fark ettiğini, evlilik fikrinden ilk ne zaman caydığını bilmiyordu, ama tam olarak ayrılmaları birkaç ay önce olmuştu. Bu tatil yerine, bildiği her yerden, tanıdığı ve ona düğün ne oldu diye sorabilecek herkesten uzağa kaçmasından birkaç ay önce.

“Sesiniz çok genç. Kaç yaşındasınız?”
“Otuz iki. Ya siz?”
“Ah, ne de gençmişsiniz… Burada olmamalıydınız. Gençler erken ölmemeli. Ben sizden yarım asır yaşlıyım…”
“İkimiz de burada olmamalıydık Bay Hiroshi. Ölüm her yaşta erkendir.”
“O da doğru ya.”
“Biliyor musunuz, Japonya’da bulunmuştum.”
“Öyle mi? Ne zaman?”

Ses gittikçe zayıflıyordu. Acaba yaşlı adam yaralı mıydı? Bunu sormak, ona durumunu hatırlatmak istemiyordu. İlk hangisi pes edecekti acaba?

“Son büyük depremde… Arama kurtarma gönüllüsüydüm. Fazla bir şey yapamadım, en azından yapmak istediğim kadar… Gene de orada olmam gerektiğini düşünmüştüm.Gittiğim köyde küçük bir çocuğu kurtarma şansım oldu. Yüzlercesine ise yetişemedim.”
“Garip. Ben depremde ülkemde değildim. İş icabı sürekli dünyayı dolaşıyorum. Deprem olduğunda İsviçre’deydim. O gün depremden kurtulduğum için kendimi şanslı hissetmiştim. Şimdiyse evden bu kadar uzakta… Sevdiklerimden, yardıma koşacak kişilerden bu kadar uzakta…”

Yaşlı adam ağlamaya başladı. Ahmet birden şefkatle doldu. Çektiği acı, doğru dürüst hava alamamanın, gelip geleceği belli olmayan yardımı beklemenin çıldırtıcılığı, bu yaşlı adam için duyduğu kaygıya yenildi. Başını zar zor uzatıp minik delikten bir kez daha ciğerlerine hava doldurdu. İçinde kalan gücü toplayıp sesine inançlı, güven veren bir tını katmaya çalıştı.

“Yardım gelecek. Bizi bulacaklar, merak etmeyin. Sadece biraz sabretmemiz gerek. Dayanmalısınız Bay Hiroshi. Sevdikleriniz için bunu yapmalısınız.”

Yaşlı adamın ağlaması yavaş yavaş kesildi.

“Bir torunum var. Beni çok sever. Bense onun için ölebilirim. Siz evli misiniz, çocuğunuz var mı? Tanrım, burası ne kadar soğuk…”
“Dayanın lütfen. Yakında gelecekler, mutlaka gelecekler. Hayır evli değilim. Sıra ona gelmedi bir türlü.”
“Türkiye’ye bir kez gelmiştim. Ankara’da bir hafta kalmıştım. Ama o kadar çok işim vardı ki, etrafa bakınamadım bile.”
“Buradan çıkınca, ileride bir gün, İstanbul’a gelmelisiniz. Ben orada yaşıyorum. Sizi şehrin en güzel yerlerine götüreceğim, yemeklerimiz de güzeldir.
“Güzel bir hayal… Ama buradan çıkamayacağız.”
“Hayır çıkacağız. Kendinizi bırakmayın. Ben de Japonya’ya geleceğim ve siz de bana güzel ülkenizi gezdireceksiniz. Bana söz verin bunun için.”

“Buradan sağ çıkarsam Ahmet…” Yaşlı adamın sesi yeniden zayıfladı. “Sana Japonya’nın her köşesini göstermek isterdim.”
Yardıma ihtiyacı olan bir insanı düşündüğünde, Ahmet her zaman kendisini ikinci plana atardı. Kendini bildi bileli böyle olmuştu, bilerek yaptığı bir şey değildi, bazen çok yorucu olurdu, ama öyleydi işte, bunu değiştiremiyordu. Çoğu zaman değiştirmek de istemiyordu. Şu an da aynen öyle olmuştu, az önce acıdan ve belirsizlikten kurtulmak için son hava kaynağını kendi eliyle kapatacak olan adam, şimdi mümkün olduğunca hayatta kalmak için çırpınıyordu. Hayata tutunmalıydı, bu yaşlı adamı karanlığın içinde yapayalnız bırakamazdı. O dayanabildiği sürece kendisi de dayanacaktı, bunu yapmak zorundaydı. Başını yeniden uzattı, acı içinde dudaklarını minik deliğe yaklaştırıp yeniden hava soludu.
Birkaç saat daha konuştuktan sonra, Ahmet’in üzerindeki taşlar birdenbire yerinden kaydı. Suratına yumruk büyüklüğünde bir kum birikintisi yağdı, gözleri, burnu, ağzı kumlarla doldu. Delice bir öksürük krizine tutuldu, her öksürdüğünde bedeni sarsılıyor, onu çevreleyen demir ve taş parçaları tenini kesiyor, canı ölesiye yanıyordu. Yeter artık diye düşündü, yeter artık, böyle yavaş yavaş ölmek istemiyorum! Bitsin artık! Kimse gelmeyecek, kendimi kandırıyorum! Hava kaynağı olan delik iyice küçülmüştü, oraya bir omuz atsa, içi tamamen toprakla dolardı, sadece kısacık bir acı daha ve sonra bütün bunlardan kurtulacaktı.

“Ahmet! Ahmet! İyi misiniz? Neler oluyor?”

Bay Hiroshi’nin sesi kaygılıydı. Sanki acı çekiyor gibi bir tınısı da vardı. Ahmet bu sesteki çaresizliği hissedince kendisini unuttu, az önceki toprak yağmurunda ona ne olmuştu acaba? Kendisinden daha kötü durumda olabilir miydi? Gözlerinde biriken yaşlarla uzandı, yeniden hava kaynağından birkaç dakikalık hayat soludu.

“Ben… İyiyim… Sanırım… Siz nasılsınız?”
“Korkuyorum Ahmet. Bir an sizi kaybettiğimi sandım. Burada tek başına kalamam, bu karanlıkta, hayır, lütfen, buna dayanamam. Beni yalnız bırakmayın.”

“Bırakmayacağım,” dedi Ahmet. Sesindeki kararlığına kendisi de şaştı. “Bırakmayacağım Bay Hiroshi.”

Sohbeti zaman mevhumundan habersiz sürdürdüler. Ahmet ne zaman acıdan ve havasızlıktan kendinden geçecek gibi olsa, yaşlı adamın seslenişiyle gücünü topluyor, onu yalnız bırakmama hırsıyla kendisini dayanmaya zorluyordu. Bay Hiroshi’nin ona ihtiyacı vardı. İngilizcesinin yeterli olmadığı zamanlarda bile en azından gülerek ya da şarkı söyleyerek ona varlığını hatırlatıyordu. Artık vazgeçmek, pes etmek, hava kaynağını kapatmak gibi fikirler aklından tamamen uçup gitmişti. Bay Hiroshi bu yaşlı haliyle dayanabildiği sürece, o da dayanacaktı. Uzanabilmek, ona dokunup varlığını hissettirmek istiyordu, keşke yerinden biraz olsun kıpırdayabilseydi. Ama bunu çok zorladığı takdirde üzerlerinde hassas bir dengede duran tonlarca ağırlığın üstlerine çökebileceğini biliyordu.

Sonra birden, karanlığın içindeki derin sessizlik, ikisinin seslerinden başka bir sesle ilk defa bozuldu. Önce sadece anlamsız bir gürültü gibiydi, yavaş yavaş kayaları, demirleri ve tuğlaları oradan oraya savuran bir demir elin sesine dönüştü. Ahmet bu sesi tanıyordu. Katıldığı arama kurtarma çalışmalarından bildiği bir sesti bu. Gelmişlerdi. Sonunda gelmişlerdi!

“Bizi buldular!” diye bağırdı içinde kalan son enerjiyle. Bir kahkaha patlattı. “Bizi buldular Bay Hiroshi! Size demiştim! Bizi bulacaklar demiştim! Dayanın demiştim! Başardık Bay Hiroshi, birlikte başardık!”
Yaşlı adamın sesi biraz öncekinden daha güçlü ya da mutlu değildi. Ama sanki daha huzurluydu.

“Teşekkür ederim Ahmet. Beni torunuma kavuşturduğun için teşekkür ederim.”
“Ben teşekkür ederim Bay Hiroshi. Siz olmasaydınız… Dayanamazdım.”

Yaşlı adamın sesi sanki uzaklaştı. Öyle bir tını kazandı ki, Ahmet o an onun gülümsediğini hayal etti.

“Duygularımız karşılıklı. Ödeşmiş olduk.”

Ahmet, taşların ve toprağın arasından çıkartılırken tüm gücü tükenmiş, kendinden geçmiş bir halde sadece tek bir cümle tekrarlıyordu.

“Onu çıkarın! Bay Hiroshi’yi çıkarın!”

Üç gün sonra, bilinci ve zihni yerine geldiğinde, Ahmet o gün otelin enkazından çıkartılan Hiroshi Akira isimli bir Japon olup olmadığını herkese sordu. Aldığı cevap hep aynıydı, enkazdan bu isimde biri ne sağ ne de ölü olarak çıkarılmıştı. Otelin kayıtlarında da ismi geçmiyordu. Ahmet anlayamıyordu, daha sonra enkazdan çıkartıldığı yere bizzat kendi gitti, iki gün boyunca kapalı kaldığı yerde içi ürpererek dolaştı, ama yaşlı adama dair tek bir ize rastlayamadı. Aklındaki sorulara bir cevap bulmak için, Japonya’ya arama kurtarma ekibiyle gittiği zaman tanıştığı bir Japon arkadaşına mektup yazdı. Ondan Hiroshi Akira’nın kim olduğunu araştırmasını rica etti. Cevap bir ay sonra, arkadaşından değil, bir başka isimle imzalanmış bir mektupla geldi.

“Sevgili Ahmet Bey,
Ben Nozomi Mai. Arkadaşınız bana yaşadıklarınızı anlattı. Beni hatırladığınızı sanıyorum, Japonya’da enkazdan kurtardığınız küçük kızın annesiyim ben. Minik meleğimizi bize geri getirmiştiniz, hepimiz çok sevinmiştik, en çok da ölüm döşeğinde olan dedesi… Son nefesini vermeden önce torununu kaybetme acısı yaşamadığı için çok mutlu olduğunu söylemişti. Babam Hiroshi Akira, ne yazık ki bu olaydan birkaç gün sonra dünyaya gözlerini yumdu. Kendisi harika bir heykeltraştı, minik heykeller yapardı, torununu kurtaran adama bu heykellerden birini hediye etmek istediğini söylemişti, ama iletişim bilgilerinizi bulamayınca size bu hediyeyi ulaştıramamıştım. Bu mektupla size o minik heykeli gönderiyorum. Babam Hiroshi Akira, iki sene önce aramızdan ayrıldı, yani o otelde olması mümkün değil. Onunla tanıştığınızı hatırlayamıyorum, ama demek ki buradayken tanışmışsınız. Enkazın altındayken yaşadıklarınız babamla ilgili bir hayalden ibaret olmalı, ama size dayanma gücü verdiğine göre, iyi ki görmüşsünüz bu hayali. Size yeniden sonsuz teşekkürlerimi ve sevgilerimi sunuyorum. Japonya’ya yeniden geldiğinizde, bu sefer güzel günlerde görüşmek dileğiyle.

Not: Babamın heykeline iyi bakın, onu sizin için özel olarak yaptı. Dünyada bir eşi daha yok, çünkü suratına kendi yüzünü nakşetti.”
Ahmet, mektubu masanın üzerine koydu, sonra mektupla birlikte gelen, ince bir zevkin ürünü olan minik heykelciği eline aldı, parmaklarıyla okşadı. Omuzlarında uçlarına su dolu kovalar bağlı bir çubuk taşıyan, geleneksel japon kıyafetleri içinde, beyaz sakalı midesine kadar inen yaşlı bir adamın biblosuydu bu. Suratı o kadar gerçekçiydi ki sanki birazdan konuşmaya, zengin anılarla dolu hayatını anlatmaya başlayacaktı.

Gözleri pencereden dışarı, ışıldayan gökyüzüne kaydı. O iki gün kendisine dayanmak için bir sebep veren yaşlı adamın suratını bulutların içinde görebilmeye çalıştı. Diğer elinde, depremden üç gün sonra, otelin enkazında Hiroshi Akira’nın izini ararken bulabildiği tek şey, Nozomi’nin gönderdiğinin tıpatıp aynısı olan, ikinci bir yaşlı adam biblosu tutuyordu.

Barış Müstecaplıoğlu Kimdir?

Barış Müstecaplıoğlu, 1977’de doğdu. Yükseköğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. Hikâyeleri Yaşasın Edebiyat, Varlık, Kitap-lık gibi dergilerde yayımlandı. 2002-2005 yılları arasında, Türk Edebiyatı’nın ilk fantastik kurgu serisi olan ve dört kitaptan oluşan Perg Efsaneleri’ni kaleme aldı. 1002. Gece Masalları derlemesine yine Perg’de geçen bir öyküsüyle katıldı. Bu seriyi tamamladıktan sonra Şakird, Kardeş Kanı ve Bir Hayaldi Gerçekten Güzel isimli, farklı türlerde üç roman kaleme aldı. 2008’de yayınladığı Hodi Podi, Gökyüzündeki Ülke isimli çocuk kitabından uyarladığı tiyatro oyunu, 2010’da Devlet Tiyatroları repertuarına alındı. Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’ı kapsayan Word Express yolculuğu, Frankfurt Kitap Fuarı, Romanya Edebiyat Festivali gibi çeşitli uluslararası etkinliklere genç Türk edebiyatını temsilen katıldı. Çeşitli eserleri Lehçe, Bulgarca ve İngilizce’ye çevrildi. Öyküleriyle birçok seçkide yer alan yazarın Fazladan Bir Ceset isimli polisiye öyküsü, Amerika’da Akashic Books tarafından yayımlanan İstanbul Noir seçkisine alındı. 2011’de kitaplarının yayın hakları Suriye ve Çin’e satıldı.

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et