BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Ekim 2002 ... Tuna Kiremitçi'nin ilk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden piyasaya çıkıyor. Çok satsın diye yazılmış bir kitap değil. İmkansız aşkklarının hüznünü ve hayatın getirdiklerini taşıyamayıp kırılan kahramanlarıyla son derece sade, alçakgönüllü bir kitap. Bir buçuk ay sonra ilk iki bin kitabın tükendiği ve kitabının ikinci baskısının yapılacağının haberi geldiğinde Tuna Kiremitçi eşiyle birlikte müthiş bir kutlama yapıyor

Ege Görgün

Tuna Kiremitçi: “Kadınlar ilişkiyi devam ettirebilmek için daha stratejik davranabiliyorlar.”

Ekim 2002 … Tuna Kiremitçi’nin ilk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden piyasaya çıkıyor. Çok satsın diye yazılmış bir kitap değil. İmkansız aşkklarının hüznünü ve hayatın getirdiklerini taşıyamayıp kırılan kahramanlarıyla son derece sade, alçakgönüllü bir kitap. Bir buçuk ay sonra ilk iki bin kitabın tükendiği ve kitabının ikinci baskısının yapılacağının haberi geldiğinde Tuna Kiremitçi eşiyle birlikte müthiş bir kutlama yapıyor

Tarafımdan gerçekleştirilmiş bu söyleşi Haftalık dergisinin 9 Ekim 2003 tarihli 28. sayısında yer alıyordu. Güzel bir söyleşiydi. Haftalık dergisinin saçma halet-i ruhiyesine uygun olarak olabildiğince zorlamıştım Tuna’yı. Bu söyleşinin yayınlanma şeklinin  Tuna’yı üzdüğünü hatırlıyorum. Haklıydı da. Zıpçıktı bir kendini bilmezin önerisiyle kapağa iğrenç bir photoshoplu görsel konmuştu çünkü. Tuna Kiremitçi  ortada yatmış, çevresi anadan üryan kadınlarla çevrili… Bir Eminem görseline Tuna’nın kafası iliştirilmişti.  Tuna’ya o zaman da olayların benden bağımsız geliştiğini anlatmaya çalışmıştım. Sonra muhabbetimiz denk geldiğimiz ortamlarda devam ettiğine göre neyse ki bana inanmıştı. Neyse, uzatmayayım. Buyrun burdan okuyun…

 Ege Görgün (Landlord)

Ekim 2002 … Tuna Kiremitçi‘nin ilk romanı Git Kendini Çok Sevdirmeden piyasaya çıkıyor. Çok satsın diye yazılmış bir kitap değil. İmkansız aşkklarının hüznünü ve hayatın getirdiklerini taşıyamayıp kırılan kahramanlarıyla son derece sade, alçakgönüllü bir kitap. Bir buçuk ay sonra ilk iki bin kitabın tükendiği ve kitabının ikinci baskısının yapılacağının haberi geldiğinde Tuna Kiremitçi eşiyle birlikte müthiş bir kutlama yapıyor, şehirde turlar atıyor. Hayallerinin ötesinde bir başarı çünkü bu. Ama yeni baskı haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Bugün 26. baskısına ulaşan kitap 50 bin barajını aşmış durumda. “15. baskıda falan ‘Allah Allah, ne oluyoruz?’ diye düşünnmeye başladım açıkçası,” diye itirafta bulunuyor Tuna Kiremitçi. İkinci baskının sevincini, mutluluğunu peşi sıra gelen baskıların hiçbirinde hissedemediklerini de özellikle vurguluyor.

Genç yazarın bu hafta piyasaya çıkan kitabının adı Bu İşte Bir Yalnızlık Var. Kırklı yaşlardaki müzisyen Mehmet 0lcay’ın, arkadaşının eşine aşık olmasıyla daha da karmaşık bir hal alan hayata tutunuş çabaları anlatılıyor kitapta. Kitabıyla ilgili sorularımızı yönelttiğimiz Tuna Kiremitçi araya “kaynak” yapan aşk, evlilik ve hayat konulu soruları açık yüreklilikle yanıtladı.

İlk romanınızın 50 bin satmış olması ikinci romanınızda bir baskı oluşturuyormu?

Bu kadar çok kişi tarafından okunmak bir beklenti yaratıyor. İlk kitabınızı yazarken böyle bir beklenti yok karşınızda. Şimdi böyle bir beklentinin karşısında olmak dehşet verici bir korku. Ama dışardan gelen baskılardan çok kendi titizliğimden, müşkülpesentliğimden dolayı yaşıyorum o korkuyu. Kendi kendime yarattığım bir korku bu yani. Kendi dünyasında yaşayan, çok ortalarda gezinen, her söyleneni takip eden biri değilim açıkçası, o yüzden dışardan gelen baskıyı o kadar fazla hissetmiyorum.

Git Kendini Çok Sevdirmeden maddi olarak ne kazandırdı size?

İlk kez kenara para koydum hayatımda. Kendi halinde bir ev, bir otomobil de alabileceğiniz bir para kazandım. Daha önce hiç para biriktirmek şansım olmamıştı.

Peki bu kitap ilk kitabın başarısına ulaşamazsa ne düşüneceksiniz?

Şunu düşüneceğim: Ben kendim okumaktan hoşlanıyorum. Böyle bir kitabı kitapçıdan alsam okusam sever miydim diye sorrmuştum kendime. Yanıtım “severdim” olmuştu. O anlamda benim içim rahat. İlk kitap da zaten çok satsın amacıyla yazılmış bir kitap olmadığı için o kadar çok etkilemez beni.

Kendi cümlelerinizle kitabınızı tarif edebilir misiniz bize?

Bir yanlış aşk hikayesi aslında. Kendi yalnızlığını yaşamakta olan bir müzisyenin, biraz o yalnızlığın verdiği itkiyle, biraz da koşulların getirdiği bir tuzağa düşüp karışmaması gereken bir aşk hikayesine karışmasının hikayesi. Çok küçük bir hikaye.

Ahmet Altan’la karşılaştırılıyorsunuz. Kadınlar tarafından daha çok okunduğunuzdan olsa gerek …

İnsanlar yeni bir şeyle karşılaştıkları zaman onu tanımlamak istiyorlar. Tanımlamanın en kolay yolu da birine benzetnek. Yeni gelen birini ondan daha deneyimli bir başka yazara benzetnek daha önce de yapılan bir şey. İkinci kitabı da okuduktan sonra bir daha düşüneceklerini sanıyorum bunu söyleyenlerin.

Kadınlara hitap eden bir yazar olarak gösterilmekten hoşnut musunuz?

Dünyadaki insanların yarısı kadın olduğuna göre kadınlar tarafından okunmanın hiçbir zararı yok. Bundan şikayetçi değilim ve kimsenin şikayetçi olacağına da inanmıyorum.

Sadece kadınlara ulaşıyor olmak da rahatsız etmez miydi sizi?

Bir erkeği böyle bir şey rahatsız etmez. Yazar olmak dışında erkek olmakla ilgili bir şey bu. Şu an okurlarımın çoğunun kadınar olduğunu gelen mail’lerden ya da kendi arkadaşlarımla konuşmalarımdan biliyorum. Ama bunun nedeni kadınların erkeklerden daha çok kitap okuması…

Erkekler niye daha mesafeli duruyor romanlarınıza sizce?

Erkekler zannediyorum belli bir yaştan sonra kitapla olan ilişkilerini ya çok azaltıyor ya da sadece kendi mesleklerini ilgilendiren şeyler okuyorlar. Yeterince taş fırın bulmuyorlar demek ki kitap okumayı. Bir de aşk romanı diye bir etiket var, o da erkekleri çok korkutan bir şey bence. “Aşk romanı okunurken görülürsem adım çıkar” falan diyorlar herhalde.

Neden aşk üzerine yazıyorsunuz?

Aşk Shakespeare‘in de, Camus‘nün de anlatmaya çalıştığı hayattaki temel problemlerden birisi. Biz onu halletmeye çalıştıkça daha çok kendi sırlarına örtünen bir şey. 500 yıl sonra da aşk ya da aşka bağlı olan çıkmazları konuşuyor olacağız.

Kitabın kahramanı Mehmet Olcay arkadaşının karısına aşık oluyor. Böyle imkansız bir aşka insan nasıl bırakır kendini? Mümkün değilmiş gibi sanki …

Dramatik çatı kurarken beni daha çok çelişkiler ilgilendiriyor. Hayatta hepimizin “aşk budur, hayat şöyledir, şöyle yaşamak lazımdır” falan diye söylemlerimiz vardır. Ama asıl önemli olan bıçak kemiğe dayandığında bizim nasıl davranacağımız. Bazen insanların evvelden söylediğiyle o an geldiğindeki davranışları birbirinden farklı olabiliyor. Aşk da bunu yaratan durumlardan bir tanesi. O yüzden aşk hakkında yazmak bana ilginç geliyor. İnsan ruhunu incelemenin, insan ruhu üstüne bir şeyler yapmanın en verimli yollarından bir tanesi aşk. Mehmet’in durumu da bu aslında. “Olmaz öyle şey” diye düşünürken, içine girdiği durum yüzünden kendisiyle düştüğü çeelişkinin acısını yaşıyor.

Kitabınızda evlilik oldukça geniş bir yer tutuyor. Aşkı evliliğin neresine koyuyorsunuz? Evlilik aşkı öldürüyor mu, ya da aşk bitince evlilik bitmeli mi?

İddialı olduğum bir konu değil, çünkü bilmiyorum. Kendimden yola çıkıp bir takım cevaplar verebilirim sadece. Bir buçuk yıldır evliyim kendimi hala aşık hissediyorum. Bu hep böyle sürecekse çok güzel bir şey. Daha önce hiç evlenmediğim için de bir genelleme yapamıyorum. Kişiden kişiye çok değişen bir şey olabilir bu. İnsanlar yıllarca evli kalıp birbirlerine hala aşık olabilirler ama hayatı birbirleri için cehenneme de çevirebilirler. Birbirlerine aşık olmayıp ayrılsalar çok daha mutlu olacaklar belki de. Kişiye göre de, şartlara göre de değişir bu. Bir kadınla bir erkeğin biraraya gelmesi en büyük kaos zaten, onun içinden ne çıkacağı hiç belli olmuyor. Evlilik ve aşk gibi konulardan konuşurken kesin şeyler söyleyemiyorum. Söyleyebilsem zaten yazdıklarımı yazamazdım gibi geliyor bana.

Aşkın ömrü üç yıldır falan gibi bilimsel araştırma sonuçları varmış…

Alışkanlığa dönüşebiliyor. İnsanlar birbirinin huyuna, suyuna, tenine alışıyor, birbirlerini kanıksıyorlar, birbirlerini kaybedebileceklerini unutuyorlar. Cemal Süreyya‘nın sözü var ‘aşklar da bakım istiyor’ diye. O bakımı yapmadığınız zaman evlilikler değil, yaşadığınız diğer ilişkiler de eriyip gidiveriyor. Hem de hiç beklemediğiniz bir anda eriyip gidiveriyor, dımdızlak kalıyoruz ortada. Daha çok erkeklerin başına geliyor bu durum, çünkü erkekler bir noktadan sonra o kadını kaybetme tehlikeleri olduğunu unutuveriyorlar. Aslında korkmak bir yerde sağlıklı demek ki. Onu kaybetmekten korktuğunuz sürece problem yok. O korku ortadan kalktığı zaman problem başlıyor.

Peki ya kadınlar?

Kadınlarda daha farklı. Onlar da kaybetme korkusundan farklı şeyler var. Farklı bakışları var. Tamamını biz bilemiyoruz zaten. Onlar bile bilemeyebiliyor. Bilseler de söylemiyorlar zaten. Erkekler bu konularda daha açık. Kadınlar ilişkinin sağlığı için, ilişkiyi, evlilik kurumunu devam ettirebilmek için daha stratejik davranabiliyorlar.

Farkında olmadan stratejik davranıyor olabilirler mi?

Bilmiyorum. Farkındalar mı, değiller mi, farkındalar da değilmiş gibi mi yapıyorlar. Onların karmaşasına insanın aklı ermiyor hakikaten.

Erkekler için alternatifi olmayan bir cinsin bu kadar karmaşık olması zor ve yorucu değil mi?

Ama aynı zamanda da hala onları cazip kılan da bu. Çözememiş olmamız. Çözemediğimiz için hala bizi büyülüyorlar.

Kitaplar için büyük reklam kampanyaları yapılmasına nasıl bakıyorsunuz?

Reklam konusunda tutucu olmamak gerektiğini düşünüyorum. Kitabı okuduğu zaman sevecek 50 bin insan varsa hepsinin o kitabın nasıl bir kitap olduğundan haberdar olması iyi bir şey bence.

Gerekirse kırmızı topuklu ayakkabı da giyerim diyor musunuz?

Ben topuklu ayakkabı giymem ama giyene de mani olmam. Zaten reklamın kitabın satışına ne kadar etkisi olduğu da soru işareti. Çünkü kitaplar daha çok insanların birbirlerine tavsiyesiyle satın alınıyorlar. Git Kendini Çok Sevdirmeden yayımlandığı zaman herhangi bir reklamı yoktu. İnsanların birbirine tavsiyesiyle bu duruma geldi.

Kitabınızı babanıza ithaf etmişsiniz. Nasıldı ilişkiniz?

Babam kendi yapamadığını benim yapmamı istedi hep. Yazar olmamı yani … Her zaman kitap yazmak gibi bir arzusu olmuş ama hayat izin vermediği için yazamamış bir mühendisti babam. İlk kitaplarımı aldı bana, yazı yazmaya teşvik etti. Babanın dediğinin tersi yapılır ya, elimden geleni yaptım bundan kaçmak için. Futbol oynadım, müzik yaptım. Sonuçta edebiyat gelip beni tekrar buldu. Benim kadere inanmamı sağlayan şey de bu oldu. Ben yazmaktan kaçtıkça o benim üstüme geldi. Benim elimde olsa rock yıldızı olmayı ya da çok zengin bir pazarlamacı olmayı ya da serseri olmayı tercih edebilirdim. Ama yazmak benim kaderimmiş meğer. Babamı devam ettirmek… Onun yapamadığı bir şeyi yapmak önemliydi benim için çünkü o beni edebiyat dünyası içinde görmek istiyordu. İlk kitabı gördü, onun gururunu duydu, onu gösterebildim en azından. O bakımmdan mutluyum.

Tuna Kiremitçi‘nin ikinci kitabını ithaf ettiği babası yaz başında vefat etmiş. Babasını anlatırken gözlerine dolan hüznü görmemek, görüp de etkilenmeemek mümkün değil. Tıpkı, her iki romaanına damgasını vuran hüzünlerden ettkilendiğiniz gibi…

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et