BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

35 yaşındaki Murat Şeker’i herkes bir yerlerden tanıyordu aslında. Kimisi Bakırköy’den mahalleden, kimisi yazdığı müzik yazılarından, kimisi ise işlettiği gece ve gündüz mekanlarından. Ama Murat Şeker şimdi herkes tarafından aynı vesileyle tanınacak bir konumda. O bir sinema yönetmeni ve en son filmi geniş bir seyirci kitlesini hedefleyen Plajda.

Misafir-le Görüşme

Deneyim Arsızı Genç Bir Yönetmen: Murat Şeker

35 yaşındaki Murat Şeker’i herkes bir yerlerden tanıyordu aslında. Kimisi Bakırköy’den mahalleden, kimisi yazdığı müzik yazılarından, kimisi ise işlettiği gece ve gündüz mekanlarından. Ama Murat Şeker şimdi herkes tarafından aynı vesileyle tanınacak bir konumda. O bir sinema yönetmeni ve en son filmi geniş bir seyirci kitlesini hedefleyen Plajda.

yönetmen murat şeker

35 yaşındaki Murat Şeker’i herkes bir yerlerden tanıyordu aslında. Kimisi Bakırköy’den mahalleden, kimisi yazdığı müzik yazılarından, kimisi ise işlettiği gece ve gündüz mekanlarından. Ama Murat Şeker şimdi herkes tarafından aynı vesileyle tanınacak bir konumda. O bir sinema yönetmeni ve en son filmi geniş bir seyirci kitlesini hedefleyen Plajda.

17 yaşında yeni palazlanmış bir genç düşünün. Arkadaşları yazın gezip tozup eğlenirken, o Kerevitaş’ı fabrikasında çalışmaya başlıyor. Hayır, bu fakir ailesine kendince destek olma peşindeki, küçük yaşında büyük sorumluluklar yüklenmek zorunda kalmış bir çocuğun Kemalettin Tuğcu tadındaki acıklı hikayesi değil. Çünkü bu hikayedeki gözleri yaşlı bir anne, “Oğlum, deli misin, divane misin, ne işin var fabrika köşelerinde?” diye ağlıyor. Hikayenin kahramanı çocuksa, “Hayatı öğrenmem lazım” diyor. Ve peşinde 15 lise arkadaşını daha sürüklüyor bu işe. “İşin en berbat tarafı o kerevit kokusuydu,” diyor Şeker. “Üstüne siniyordu insanın. Fabrika çıkışı mahalleye dönüp minibüsten indiğimde, korkudan durakla evim arasındaki mesafeyi bütün hızımla koşarak kat ediyordum. Yaş tam kızlara takılmaya başlama yaşı ya, mahalledeki kızlardan birine rastlarım da, o kokuyu duyacak diye ödüm patlıyordu.” Fazla uzun sürmemiş bu macera. Yaz bitmeden işçileri organize edip ayaklanma çıkardıktan ve yövmiyelerin iki katına çıkmasını sağladıktan sonra işi bırakmış. “Tezgahtarlık, pazarlamacılık, garsonluk yaptım. Öyle uzun değil, birkaç ay. Ama hepsi bir hayat tecrübesi oldu. Okumak bir yere kadar geliştiriyor insanı. Bugün film çeken okullu yönetmenlere bakın çoğu ya terktir, ya benim gibi on küsur sene de bitirmiştir okulu.”

Murat Şeker Beyoğlu gece ve gündüz hayatı sektörünün emektarlarından. Magma, Milk gibi kulüplerin işletmeciliğinin ardından, artık bir Beyoğlu klasiği sayılan, bu söyleşiyi de yaptığımız Limonlu Bahçe’yi yaratmış. Son başarısı ise 80’ler dendiğinde artık akla ilk gelen Beyoğlu mekanı olan Mono.

Filmografisinde ise festivallerde seyretme imkanı bulduğumuz, gurbetçi/Almancı gerçeğinin izini süren bir belgesel Almanya Rüyası; ve genç bir sinemacının ilk filmini çekme maceralarını anlattığı 2 Süper Film Birden. Film Antalya’da Altın Portakal için yarışmış ama festivalden ödülsüz ayrılmıştı. “İsmi lazım değil bir jüri üyesi siz nasıl olsa gişede para kazanırsınız, ödülü halktan alırsınız, diye bir laf etmişti, Ama dediği gerçekleşmedi. Antalya jürisi gişede iddiasız ‘sanat filmlerini’ ödüllendiriyor, bu bana fazla politik, fazla Avrupa Birliği davranışı geliyor.”

Murat Şeker, farzı misal hiç bir “Yumurta” çekmeyecek mi?

Trip yapma lüksüm yok. Sanat filmleri diyebileceğimiz bir kategori var ve üç beş kişi ekmek yiyor bu işten. Bir adam film yapmaya devam ediyorsa, o işten ekmek yiyor demektir. Bu kategori zaten Türkiye’de ancak üç beş kişinin ekmek yiyebileceği bir kategori. Hal böyleyken Donkişotluk yapmanın manası yok. Toplumun başka ihtiyaçları var, gülüp eğlenmek, zırlayıp ağlamak helak olmak gibi. Yönetmenler biraz sanatçı yarısı gelir bana. Bağımsız sinema, yönetmen sineması dediğimiz şey, aynı zamanda yapımcı da olan yönetmenlerin yaptığı bir şeydir sonuçta. Bana sinema zehrini akıtan Tarkovski’nin Stalker filmidir. Yarın öbür gün ona öykünen, duru anlatımı olan bir şey çekmek isterim ama Zeki’nin, Semih’in filmleri gibi yavaş olmaz. Ben hayatı öyle yavaş yaşayan biri değilim ki, filmim öyle olsun.

Mantıklı bir romantiksiniz denilebilir mi sizin için?

Bakın ben aynı zamanda işletmecilik yapıyorum. Felsefem şu: ne salaş olacaksın, ne kokoş. Sinemada da böyle, hayatımda da. Bu da, hayatın bazı gerçeklerini görmezden gelemem demek oluyor. Sinema pahalı bir iş, devlet bana yardım etsin diye ağlayacak bir adam da değilim. Hal böyle olunca, bası ticari parametreleri göz ardı etmemem gerekiyor. Devletin yardım etmesi de ters geliyor bana zaten. Engel olmasın yeter, bulaşmasın mümkünse.

Eleştirmenler beğeniyor ama sanat filmlerini…

Genel sinema eğiliminin ters istikametinde olan filmler onları cezbediyor. Filmin yavaş olması, az diyalog olması, sinemasal atraksiyonlardır bunlar. Ben de ille de ticaret filmi yapacağım diye bir şey demiyorum ama Soderbergh bile Ocean’s serisini çekebiliyor. Onlar da Kurtlar Vadisi’nin biraz daha mizahi versiyonu gibi bir şey.

Plajda filminde kendi de yönetmen olan bir yapımcın vardı. Herkes Sinan Çetin’le çalışmanın zor olduğundan bahseder. Fazla müdahil olduğu söylenir. Siz nasıl atlattınız bu süreci?

Ufak tefek aksaklıklarına rağmen oldukça profesyonel bir film oldu. Sinan “ben böyle bir film istiyorum çeker misin?” dedi. Ben de tamam dedim ve çektim. Murat Şeker’in hayallerinin beyaz perdeye yansımış hali, bir Murat Şeker Filmi değil tabi bu. Bu bir iş. Sinema sanat olduğu kadar bir zanaattır, ticarettir. Biz de doğru formülü bulmaya, uygulamaya çalıştık. Kaldı ki ben kendimi hala öğreniyor kabul ediyorum. İşin zanaatini daha iyi öğrenmeliyim diye düşündüm. Benim bu sınavı geçmem gerekiyordu, okulu bitirmek gibi bir şeydi bu bir anlamda. Bu iş için de Sinan Çetin’den daha zorlu bir yapımcı bulmak zor. Netice de bitirdik, o da “şurası niye böyle olmuş, orası olmamış” demedi. Ben de bu merhaleden tecrübe kazanarak ayrıldım. Ben kendimi bir sezonluğuna başka bir takıma kiralık giden Fenerbahçeli futbolcu gibi görüyorum. Hep tartışılır ya: Fener’de yedek kulübesinde mi oturmak, başka bir takımda oynamak mı iyidir diye… Şimdi göreceğiz işte.

Peki bu film maddi anlamda Murat Şeker’in “yırttığı” an mıdır?

Belli bir ölçüde para kazanacağız ama öyle “vaovvv, yırttık” diyecek bir para değil. Neticede film yapımcımındır çünkü. Bir para kazanacağım ama bir sonraki filmime çok da büyük bir katkısı olmayacaktır.

Filmin setin çok güzel kızların cirit attığı bir ortamdı. Genç, sağlıklı bir erkek olarak böyle bir ortamın yönetmeni olmak nasıl bir duygu?

Güzel kızlar vardı gerçekten. Ama iş yaparken o gözle bakamıyorsun ki kızlara. Orada öncelik filmin programa uygun şekilde bitmesi. Ama gerçekten güzel kızlar vardı, evet. Filmi izleyenler de görecek. Serenay diye Antalyalı dünya dördüncü güzeli olmuş bir kız vardı mesela. Filmden sonra epey popüler olabilir diye düşünüyorum.

Bugüne kadar Fenerbahçe ile ilgili çekilen belgesellerin hepsi felaketti. Siz de ağır bir Fenerbahçelilik durumu var. Bir FB belgeseli çekmeyi düşünmez misiniz?

Altı yaşında babam elimden tutu maça götürdü beni, şimdi 35 yaşındayım, hala kombinem var, kulüp üyesiyim. Bir sonraki filmim Aşk Tutulması Fenerbahçeli bir fanatiğin aşkla imtihanının hikayesi olacak zaten. Romantik komedi. Bütün hayatı FB iken bir kızla tanışıp, aşık olan gencin hayatını gözden geçirmesini anlatacağım.

Nick Hornby’nin Futbol Ateşi / Fever Pitch kitabından ya da o kitaptan uyarlanan filmlerden esinlendiğinizi söyleyeceklerdir.

Fikir benzer ya da aynı olabilir. Ama onu nasıl işlediğiniz çok önemli. Bu tamamen benim filmim olacak. Belgesele gelince; döküdrama tadında bir şey var kafamda. Kurtuluş Savaşı döneminde yapılan General Harrington Kupası’nı konu alan bir futbol filmi. Benim hayalini kurduğum, hayatımın projesi bu.

Mahzun Kırmızıgül’ün hiçbir deneyimi yok ama ilk sinema filminde yönetmen-senarist olarak epey başarılı. Bu nasıl olabiliyor?

Ne kadar bütçe, o kadar yönetmen. İşin kuralı bu. İyi film yapmak büyük resim yapabilmekle ilgili bir şey. Büyük resim yapmak için daha çok ışığa, daha çok alana, daha çok figürana ihtiyacın var. Bizim hayran olduğumuz filmlerden çoğu bunun yapıldığı epik filmler zaten. Paran yoksa açık havaya çakacaksın, güneşte yararlanacaksın. Yönetmenin kabiliyeti başka bir şey, ortala iyi bir şey çıkarmak başka bir şey.

Parası olan herkes sinema filmi çekebilir mi?

Bir fikir varsa, yanında iyi bir görüntü yönetmeni varsa seyredilebilecek bir şey koyabilir ortaya. Bir de şu var, sinema-TV bölümü öğrencileri “Yönetmen yaratıyorsunuz, ekmeğimize mani oluyorsunuz ” diye kızıyorlar. Görsel yönetmen işini iyi yapınca yönetmen de çok iyiymiş gibi görünüyor.

Geçmişinizde gurur duymadığınız işler var mı?

Çok öyle pişmanlıklar, keşkeler yaşayan bir adam değilim. Ama bilinçaltını kazısak belki…

O kadar derine gitmeye gerek yok. Olmadı mı altına imza atmaya utandığınız işler?

Benim hayatımda ilk çektiğim profesyonel iş Cengiz İmren’in o dönem de patlayan Bir Tanem şarkısınaydı. 22 yaşındayım, bir tane de ortağım var. Unkapanı’na gittik bununla, Es müzik vardı o zaman. Biz klip çekmek istiyoruz, dedik. Tamam, dediler. Yeni bir sanatçımız çıkıyor arabeskçi, çekin onun klibini beğenirsem parasını veririm, dedi patron. Ortakla birbirimize baktık, sonra yaparız, dedik. Ama biz kim arabesk kim, Cengiz İmren kimdir? Olaya baksana, biz çekeceğiz klibi, adam izleyecek, beğenmezse 10-15 bin dolar bize girecek. Öyle deli işi yani. Neyse ki beğendi de verdi parayı. Arada da ne sözleşme, ne kontrat var ha! Sözle her şey. Hadi bir tane daha yapın, dedi bu bize. Tamam, dedik. Onu da yaptık. Sonra başladı mı benim telefon zır zır çalmaya. Bütün arabeskçiler beni arıyor, klibimi çek diye. Cengiz’in şarkısı da patladı ya. Azer Bülbül arıyor. Perşembe günü arıyor, Cumartesi bana klip çekebilir miyiz diye, soruyor. Nasıl yani, diyorum. “Ben askerdeyim, çarşı iznine çıkacağım o gün, çekeriz işte,” diyor. Ama sonra benim de rockçı damarım kabardı, yok dedim çekmiyorum artık, ben arabeskçi değilim, gerçekten çekmedim bir daha. Araya adam falan bile sokanlar oldu, mafyöz tipler arıyor niye bu adamın klibini çekmiyorsun diye.

Türk sinemasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bana göre 2010’dan sonra Türk sineması uçacak. Çünkü bu işe kafa kırmış çok fazla insan var. Her ne kadar pahalı da olsa da zor olsa da böyle olacak…

Fotoğraf: Uluç Özcü

“Fenerbahçe taraftarı Murat Şeker” ile yapılan keyifli bir futbol sohbeti okumak isterseniz tıklayın…

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et