BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

'Blood Simple (1984)', 'Raising Arizona (1987)' ve 'Miller's Crossing (1990)' adlı filmleriyle sinema dünyasını sallayan Coen Kardeşler, bu filmleriyle Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye kazanırken, aynı zamanda En İyi Yönetmen ve John Turturro'yla da En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini de kaparak, yarışmanın tarihine -oldukça kıymetli harflerle- geçmişlerdir.

Olağan Mevzular

Landlord’un Akıllara Seza Mars Yolculuğu ve Barton Fink: Tek Kelimeyle Fantastik!

‘Blood Simple (1984)’, ‘Raising Arizona (1987)’ ve ‘Miller’s Crossing (1990)’ adlı filmleriyle sinema dünyasını sallayan Coen Kardeşler, bu filmleriyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanırken, aynı zamanda En İyi Yönetmen ve John Turturro’yla da En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini de kaparak, yarışmanın tarihine -oldukça kıymetli harflerle- geçmişlerdir.

Geçen haftaki yazımda, bu sitedeki asli görevim olan, yeni vizyona giren filmler hakkında yazı yazmaktan hoşlanmadığımı (İronikliği elbette kuşkusuz); bu yüzden de her fırsatı değerlendirip, görevimden yan çizmenin bahanelerini kolladığımı yazmıştım..

Numan Serteli

Hatta bu yönde biraz fazla heyecanlanarak, bir sonraki ‘vizyon dışı’ ama ‘medya içi’ yazımı -hafta sonunu beklemek yerine- hemen servise sunuverdim ki; görüldüğü üzre, yeni bir yazı daha çiziktirmek zorunluluğu hasıl oluverdi.. Eh.. Akılsız başın cezasını da iki elin işaret parmakları çekermiş..

Hemen söyleyeyim ki, tamamen şahsi ve cebri bu kararım sonucu yönetimden beklediğim o sert tepkiyi de almadım çok şükür..

Sanırım Landlord, düşünmüş taşınmış ve bu ihmale gelmez hassaslıktaki konuyu bizzat benimle görüşme kararı almıştı..

Gayet önemli ve yoğun işlerine ara veren Patron’un; üstelik dillere destan uykusunu dahi almamış vaziyette -sabahın köründe- genelde mesai yaptığım yer olan Maçka, Kadırgalar Caddesi’ndeki ‘merdiven altı’ büromun kapısında dikildiğini gördüğümde, duruma iyice aymıştım..

Elindeki büyükçe hediye paketini -hem de tarihte görülmemiş bi şekilde- gülen bir yüzle bana uzattığında hemen anladım ki o beni -hangi nedenle olursa olsun- asla kaybetmek istemiyordu.. Belli ki yazılarımı nasıl istersem öyle yazacaktım ve o da bana kesinlikle karışmayacaktı..

Benim de kendisine güler yüz göstermemle, günlerdir süren stresinden arınırken, bir hayli derinleşen endişe çizgilerinden kurtulan yüz ifadesindeki rahatlamayı fark etmemek mümkün değildi..

Baktım bu mevzuyu açmaya niyetli değil, üstüne üstüne giderek hem durumu açıklığa kavuşturmak, hem de bu ‘avantajlı’ vaziyetin birazcık olsun keyfini çıkarmak istiyordum..

Uzattığım bir bardak buz gibi suyla o içinin yangınını söndürürken, ben de keyif çayımdan bir yudum daha alıp doğrudan soruverdim kendisine:

“Aramızda bi problem yok ya Patron?”

“Ayıpsın Numancığım!” dedi.. “Aramızda ne problemi olacak allasen!. Bu site benden çok senin olup, her istediğini yapmakta da özgürsün ağbicim.. Yani nema problema!” diyerek -abartılı bi şekilde- güldü ve ekledi:

“O değil de, rica etsem bir bardak açık çay da ben alabilir miyim?”

Sekreterimin getirdiği çaylar da içildikten sonra, Landlord’un koluna girdiğim gibi neşeyle dışarıya çıktık..

İlk önce, biraz ilerdeki sinemaya dalarak, ‘The Collector‘ adlı ‘boktan’ bir korku filminin basın gösteriminde bulunduk; daha sonra, diğer sanatsal ve sosyal faaliyetlerde bulunmak üzere de Beyoğlu’na çıktık..

Anlayacağınız, jest yapma sırası bendeydi.. Maalesef o günü -bin bir çeşit zorluklarına karşın- patronla geçirmeye karar vermiştim..

Neler yaptığımız bize kalsın; ama, bi ara faaliyetlerimize ara vererek, her zamanki ‘halkçı’ kişiliğimizle bulduğumuz salaş bir kahveye takıldığımızdan ve orada ‘yemeğine’ sözüyle tavlaya zar atmaya başladığımızdan bahsedebilirim..

Daha ilk oyunda mars olunca, ustalığımı acı bi şekilde hatırlayarak kafası bozulan Landlord, -mutat olduğu üzere- hıncını bi şekilde çıkarmaya kalkışacağını ve sabahtan beri nazikçe taşıdığı bir çuval inciri berbat edeceğini hissedince, yenilgiyi kabul etti.. Tavlayı koltukaltına alarak poz dahi veren Landlord, kendi açısından hayırlı bir karar vererek, oyuna devam etmemeyi tercih etti..

Bittabi, daha sonra yapacağını yapıp, -bir de utanmadan- sanki yemeğine değil de onlara oynamışız havasına girmiş vaziyette çay paralarını ödeyerek, müstakbel yemek parasını yine bana yıktı ama neyse artık..

Her ayın başında -allahı var- aksatmadan hesabıma yatırdığı, piyasaya göre astronomik kalsa da yüksek yaşam standardıma göre normal diyebileceğim maaşımı düşünerek, son bir jest daha yapmayı uygun gördüm..

Patron o olsa da büyüklük yine bende kalmalıydı.. Hem belli mi olur, belki de bi bakarsınız, utanır mı utanır..

Barton Fink: “Ben yaratıcıyım!”

Geçen hafta aldığım karara göre- yazmayı düşündüğüm bu haftaki vizyon dışı filmi, üstteki kallavi giriş yazısıyla illaki bağlantıya sokmalıyım ya; işte buyrun..

Bu filmde John Goodman‘ın canlandırdığı ‘sigortacı-seri katil karışımı’ Çarli, her hali ve tavrıyla ne kadar da Landlord’u andırıyor, bi bilseniz.. Ateşli bir devrimci olsa da çekingen karakterli, çevresinin değerinin farkına pek varmadığı müthiş yaratıcı bir yazar olan Barton’un hık demiş burnundan düşen de -ne yalan söyleyeyim- tıpkı ben..

Bağlantıyı yine de kuramadığımı iddia ederseniz eğer, Ters Ninja’nın genç sivilleri olan Deniz ve Turgay biraderlerimin -bir süredir- tıpkı Barton Fink gibi ‘yazar tıkanması’ rahatsızlığından mustarip olduklarının haberini de verebilirim..

Yıl 1941..

Yazdığı son oyunu Broadway’de büyük beğeni toplayan, sanatın sıradan insanlar üzerine ve sıradan insanlar için olması gerektiğini savunarak ‘yüksek sanat’ denen olguya karşı çıkan ‘idealist’ oyun yazarı Barton Fink (John Turturro), Hollywood’dan gelen teklife önce karşı çıkar gibi olsa da sonra -bi şekilde- kendini kaptırarak, New York’tan Los Angeles’a gider..

Kendi ahlaki kurallarına ve düşünce sistemine uygun hikayelerini, kimine cennet, kimine de cehennem gibi görünen sinemanın bu kâbesinde de -aynen eskisi gibi- yazabileceğini uman Fink, daha ilk günden bunun hayal olduğunu anlayacaktır maalesef..

Bundan böyle Barton Fink’in yazacağı ya da yazmayı düşündüğü her eserin sahibi olan Capitol Pictures stüdyolarının başkanı Jack Lipnick (Michael Lerner), alabildiğine cahilliğini, iş bitirici ticari kafasının pratikliğiyle örten bir adamdır ve Fink’e yönelik ‘gözü kapalı’ ve de abartılı hayranlığı belli ki istediğini bir an önce alabilmeye zorlayıcı, otomatikleşmiş bir davranış biçimidir..

Lipnick ya da Hollywood’un, ellerine yeni geçirdikleri bu kabiliyetli genç yazardan istediği aslında çok basittir.. Asla, sanat için sanat ya da toplum için sanatla uğraşmanın alemi yoktur; uzun zamandır klişeleşmiş ninnilerle uyutulan sinema seyircisini bu ebedi uykusundan uyandırmayacak lezzet ve kıvamda güncel masallar yazması yeterlidir..

O zamanlarda rağbet gören filmlerin moda kahramanları Amerikan güreşçileridir; eğer Fink, şöyle biraz hüzünlü, biraz sevinçli ve illaki de mutlu sonlu bir güreşçi hikayesi yazarsa kendisinden isteneni layıkıyla yerine getirmiş olacaktır..

Los Angeles’de, her halleriyle garip personele (Resepsiyonist Chet’i canlandıran Steve Buscemi küçücük rolüyle burada da parlıyor) ve genel ambiyansa sahip Earle Hotel’de konaklamaya başlayan Barton Fink, daktilosunun başına her geçtiğinde kağıda dökülenler bir-iki cümleyle sınırlı kalmakta, daha doğrusu tıkanıp, bunalmaktadır..

Düşününce, bu durumun nedenlerini sıralamak kolaydır aslında..

Öncelikle, kendisine -hiç de hoşuna gitmeyen bir şekilde ve türde- hikaye ısmarlanmasına bozulan bu genç yazar; üstelik, haklarında hiçbir şey bilmediği güreşçiler ve güreş mevzusunda nasıl yazabilecektir ki?

Özellikle bunun için, ünlü bir senarist-yazar olan W.P Mayhew (John Mahoney)’den yardım almaya çalışır.. Zamanında Hollywood’a sattığı beynini şu aralar -bi güzel- alkole de yatırmış görünen yazarın kendisine olmayan hayrından Barton’ın nasiplenmesi de mümkün olamaz elbet..

Üstelik, hayranı olduğu bu yazarın çoğu eserinin, sekreteri ve sevgilisi olan Audrey Taylor (Judy Davis) tarafından yazıldığını öğrenmesi, Fink’in hayal kırıklığını daha da büyütür..

Sigortacı olduğunu söyleyen oteldeki yan odadan komşu Charlie Meadows (John Goodman), Barton Fink’in bu gurbet eldeki yalnızlığını biraz olsun gideren, konuşkan ama tuhaf arkadaşı olurken; finale doğru ise, yazarımızın hayatının gidişatını dahi kökten değiştirecek olayların en birinci mümessili olacaktır..

Hollywood: Cehennemin Kapısı

Yukarıda pek kısa olarak özetlediğim ve erkenden frenlediğim bu filmin öyküsü daha da ilerletilip, olayların daha da ayrıntısına girilebilir belki ama; bunun ne bu harika filmi görmüş olanlara, ne de şimdiden sonra görecek olanlara bir faydası olur..

Benim bu gelinen noktada naçizane tavsiyem, Barton Fink’i görmeyenlerin -daha fazla kendilerini mahrumiyet içinde bırakmayarak- bir an önce görmeleri, bencileyin yıllar önce görmüş olanların da bir daha ve acilen seyreylemeleri..

Hangisinin yazdığını, hangisinin yönettiğini, hangisinin yapımcılığı yaptığını ve hangisinin okuldan gelip de “hani bana” dediğini bellemeyi yıllar önce bıraktığım Ethan-Joel Coen kardeşlerin yani kısaca Coen Biraderler’in 1991 yılında yaptıkları üçüncü filmdir Barton Fink..

O zamana kadar ‘Blood Simple (1984)‘, ‘Raising Arizona (1987)‘ ve ‘Miller’s Crossing (1990)‘ adlı filmleriyle sinema dünyasını sallayan Coen Kardeşler, bu filmleriyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanırken, aynı zamanda En İyi Yönetmen ve John Turturro’yla da En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini de kaparak, yarışmanın tarihine -oldukça kıymetli harflerle- geçmişlerdir.. (Buradaki harflerin metal cinsini araştırdığımız halde tam bir sonuca varamadık, özür dileriz.. Bu örnekle de görüldüğü üzre, okuyucumuza büyük saygımız vardır, sallama diye bir şey ise bizde asla yoktur.. Müdüriyet)

Barton Fink, düz bir bakış açısıyla, ortam ve etkenlerin değişikliği sonucunda bir nevi ‘ilham kabızlığı’ çeken başarılı bir genç yazarın -böylesine sıkıntılı şartlarda gerçekleşse de- anca kabuslarında yaşaması normal karşılanabilecek, bazı olağanüstü olaylara muhatap olmasının resm-i geçidi şeklinde izlenerek okunabilecek bir film.. Bir başka açıdan ise bu film, komple bir semboller zinciriyle oluşturulmuş, kusursuz bir baş yapıt..

Aynı filmde, Coen Biraderler’in, Hollywood sinema sanayisinin dar kafalı ve gerici anlayışına karşı duydukları nefreti mükemmel bir hicvin eşliğinde hissederken; egemen güçlerin, yenilikçi ve ‘yaratıcı’ sanatçıların en kısa yoldan köreltilmesi ya da sisteme uydurulması çalışmalarındaki insafsızlığı da tüm açıklığıyla görebiliyoruz..

Hollywood ya da Amerikan sinema sanayisinin, tam anlamıyla bir cehennem değilse de oraya açılan bir kapıdan ibaret olduğu muhakkaktır..

Fink’in kaldığı otel ise tam teşekkülü bir cehennem köşesidir kuşkusuz: Yer altıyla irtibatlı otel görevlileri, oda duvarlarını yapış yapış terleten sıcak, şeytan soyundan, tatlı dilli amma kafa koparıcı zebaniler ve görünenden çok görünmeyeni, anlatılamayıp da hissedileni yakan ‘batıni’ alevler, alevler..

O cehennem otelinde her kalakaldığında, her başı sıkıştığında, rahatça nefes alabileceği tek pencere, odasının duvarında asılı bir tablodur Barton Fink’in..

Issız bir kumsalda, plaj şemsiyesinin altında mayoyla oturan, elini güneşe siper ederek dalgalı denizi seyreden bu güzeller güzeli kızın yanı, cehennem çıkmazından çıkmanın tek ‘gizli’ yolu mudur yoksa?

Veyahut, bin bir sıkıntı sonrası nihayet bitirebildiği eserinin baş döndürücü sevinciyle, “Ben yaratıcıyım!” deyu bağırıp dans ettiği anda çenesine yediği ‘ceberut yumruğun’ açtığı onulmaz yaraya merhem olabilecek midir peki, o gizemli kızın tatlı bakışları?.

Öpüldünüz, 10!

Barton Fink
Yönetmen: Joel Coen, Ethan Coen
Senaryo: Joel Coen, Ethan Coen
Oyuncular: John Turturro, John Goodman, Judy Davis, Michael Lerner, John Mahoney, Steve Buscemi

Yapım : 1991, ABD/İngiltere, 116 dk.
Kanal D Home Video

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et