BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Sevgili okur.. Ben bu satırları yazarken, İstanbul Film Festivali'nin ilk haftasının sonuna gelmiştik.. Lakin, dört filmlik olarak planladığım iş bu yazı hangi gün biter de yayınlanır, valla hiçbir fikrim yok.. Film izlemekten, yazmaya sıra gelemiyor ki..

Festival

Numan’ın İstanbul Film Festivali Günlüğü – 4 : Dört Film Birden

Sevgili okur.. Ben bu satırları yazarken, İstanbul Film Festivali’nin ilk haftasının sonuna gelmiştik.. Lakin, dört filmlik olarak planladığım iş bu yazı hangi gün biter de yayınlanır, valla hiçbir fikrim yok.. Film izlemekten, yazmaya sıra gelemiyor ki..

Sevgili okur.. Ben bu satırları yazarken, İstanbul Film Festivali’nin ilk haftasının sonuna gelmiştik.. Lakin, dört filmlik olarak planladığım iş bu yazı hangi gün biter de yayınlanır, valla hiçbir fikrim yok.. Film izlemekten, yazmaya sıra gelemiyor ki..

Yazının akıbeti haftaya kalacağı belli de, ortasına mı, sonuna mı rastlayacak? Hep beraber göreceğiz..

Numan Serteli

Şöyle söyleyeyim: Yok kardeşim.. Her gün iki filmi ardı ardına seyretmelik bir tempo bana göre değilmiş..

Şimdi böyle söyledim deyu, kendi başına bakmadan, benim yaşımla kafayı bozmuş bazı arkadaşlar hemen -suratlarında sırıtık bir ifade- ortaya atlayacaktır: “Eee.. Dostum kolay değil.. Yaşlı başlı adamsın.. Saçında siyah tel kalmamış.. Yorar bu tempo senin gibileri.”

Ciddiye alıp da onlara yanıt vermeye hiç niyetim yok..

Benim sorunum, filmleri sindire sindire izleme alışkanlığımdandır.. (‘Sorun’ lafın gelişi.. Bunu elbette bir sorun olarak görmüyorum.. Dahası, kesinlikle bir erdem olarak da değerlendiriyorum.. O da ayrı.)

Henüz bitirdiğim bir filmin bünyemdeki etkisi ve hemen akabinde konu üzerine başlayan beyinsel faaliyetim hitama ermeden bir diğerine geçince olmuyor işte.. Ne ilk filmin zevkini sindire sindire yaşayabiliyorum, ne de ikinci filme hazır hale gelebiliyorum.. Beyinde oluşan düşünceler ve imgeler birbirine karışabiliyor, falan..

Asıl sonra eve gelip de yazarken anlıyorsun, kafanın nasıl bulandığını.. Umarım önemli bi hata yapmadan, atlatırım şu maratonu..

Hani gördüğümüz filmler çıtır çerez ya da popcorn türünden olsa anlarım.. O zaman değil iki, yirmi tanesini birden izlerim.. Valla gördüklerimin (Belli ki göreceklerimin de.) her biri -maaşallah- demirleblebi! Çiğnemeyeyim de yutayım desen, kesinlikle midene oturacak cinsten..

Neyse.. Yapacak fazla bi şey yok.. Kendi kendime söz verdim (Başka bi tuhaflık da burada işte.. Söz hususunda başkasını ekme durumum -nadir de olsa- mümkündür, ancak kendime verdiğim sözden yan çizdiğim hayatta görülmüş değildir.) Basın gösterimindeki bütün filmleri izlemek için elimden geleni yapacağım.. Ve hepsi hakkında yazmak için de kasacağım.. Arz ederim!

Life During Wartime (Savaş Sırasında Yaşam)

Filmi izlerken de, izledikten sonra da aklıma hep bu ‘savaş’ lafı takıldı.. Zira, filmde de sürekli sözü edilen ve o an yaşandığı iddia edildiği halde, pek bi ipucu da verilmeyen savaş hangi savaştır?

Kahramanlarının büyük çoğunluğu Yahudi olduğuna göre- on yıllardır bitmeyen, hatta nerdeyse, bitmesi teklif bile edilemeyecek hale dönmüş İsrail-Filistin Savaşı mı? Yoksa -en mantıklısı- Irak savaşı mı?

Hangi savaş? falan derken, ister istemez şu yanıt geldi sonunda aklıma: Herhangi biri de olabilir, hepsi de ya da bambaşka biri de.. Zira, şu Amerika savaşmaya hiç ara vermedi ki.. Savaşacak düşman bulamasa dahi, anında yaratmıyor mu sanki birilerini..

Yine de -büyük ihtimal- bu bir metafor.. Hem de insanın en büyük savaşına, yaşam savaşına vurgu yapan bir metafor..

İşte bu yaşam savaşını veren milyarca insandan küçük ama anlamlı bir demet: Kızkardeşler, onların kocaları, çocukları, sevgilileri..

Filmin hemen başında, erkek olabilmenin heyecanlı sancılarını erkenden hissetmeye başlamış küçük oğluyla kendi seks hayatını konuşmakta beis görmeyen bir anne portresi çizen Trish (Allison Janney), pedofili suçundan dolayı hapse giren kocası Bill (Ciarán Hinds)’den ayrılmıştır..

Kendisine -en azından fiziksel açıdan- hiç ‘yakışmayan’ yeni bir sevgili bulduğuna da tanık olduğumuz Trish, hem kendisine sevebileceği bir koca, hem de çocuklarına ‘normal’ bir baba olacak yapıdaki Harvey (Michael Lerner)’i elinden kaçırmadan nikah masasına oturtmaya kararlıdır..

Bu arada da sapık koca Bill, tahliye olmuş, eski karısına ve çocuklarına -davetsiz olarak- ziyaretler yapmaktadır..

Enteresan tiplerden geçilmeyen bu filmin en ilginç kişiliklerinden biri de, tüm kırılganlığıyla kendisine ‘çocuk kadın’ denebilecek bir diğer kızkardeş Joy (Shirley Henderson)’dur.. Joy, hüzünlü yalnızlığını, bir zamanlar kendisini terk ettiği için intihar ederek öteki dünyaya göçmüş eski sevgilisini sürekli yanıbaşında -ete kemiğe bürünmüş şekilde- görerek gidermeye çalışmaktadır..

Yönetmen Todd Solondz‘un Savaş Sırasında Yaşam‘ı, her türlü sürprizini büyük bir doğallıkla yerine getirirken, esprilerinde bile ciddiyetini muhafaza etmekte; aslında oldukça tuhaf ve sıra dışı diyalogları çok sıradan bir şeymiş gibi sarf ederken, kahramanlarının yaşadıklarıyla veya ruhi durumlarıyla paralel sahneler yaratmasıyla da oldukça dikkat çekici bir film..

Amerika’daki Yahudi cemaatinin içine oldukça doğrudan giren nadir filmlerden biri olarak, günümüz toplumundaki insani ilişkileri ‘cinsellik’ bağlamında irdeleyen Savaş Sırasında Yaşam, -en küçük çocuklar da dahil- bütün oyunculukları adeta bir performans yarışmasına çıkmış düzeyde sunan, komik ögelere sahip olsa da epey sarsıcı bir dram..

Life During Wartime (Savaş Sırasında Yaşam)

Yönetmen: Todd Solondz

Senaryo: Todd Solondz

Oyuncular: Shirley Henderson, Ciarán Hinds, Allison Janney, Michael Lerner

Yapım: ABD, 2009 / 96′

Aferin, 8!

The Limits of Control (Kontrol Limitleri)

Bütün film boyunca kendisiyle İspanya’yı dolaşacağımız kahramanımız Issız Adam (Isaach De Bankolé), düzenli olarak ‘tai chi’ sporu yapan, uyuduğu hiç görülmeyen, ‘görevli’ olduğu sürece değil seks yapmak yanında uzanan çırılçıplak şahane hatuna elini bile sürmeyen, robotik denebilecek kadar kontrollü hareketleri olan, bulunduğu her mekanda iki ayrı fincanda espressodan başka bir şey istemeyen, jilet gibi takım elbisesiyle gayet şık, kesinlikle de ‘cool’ bir siyahi ağbimizdir..

İspanya yolculuğu, kendisine verilen bir görevin icabıdır.. Fransızca konuşan, kendisi gibi zenci olan gizemli bir kişiden (Gerçi bu filmde gizemli olmayan tek kişi yoktu ya.. neyse.) havalanında aldığı -yine bol gizemli ve felsefi- son uyarı ve de talimatlardan sonra, adamımız artık hazırdır..

Görevin mahiyetini, nedenini, görevi verenlerin kimliğini bilmediğimiz gibi, bunu yerine getirecek bu adam hakkında bile -filmin süresi boyunca- hemen hemen hiçbir şey öğrenemeyiz.. Gördüklerimiz: Kendisinin geleceğinden haberli oldukları anlaşılan, her biri sanatın çeşitli türlerine aşina bazı kişilerle değiş-tokuş ettiği boksör resimli kibrit kutuları içinden çıkan şifreli mesajlara uygun olarak, kahramanımızın, İspanya’nın çeşitli bölgelerinde dolaşmasından ibarettir..

Aldığı her mesajın kağıdını bir yudum kahveyle mideye indiren, arada bir de sanat müzesine giderek, bir tabloyu uzun süre seyreden adam, belli ki bir hedefe ulaşmak üzeredir..

Bu uzun yolculuk boyunca, çeşitli duraklarda, güzel, seksi ve gözlüklü ve dahi çıplak bir kız karşısına çıkarak, adamı baştan çıkarmaya çalışsa da bu mümkün olmayacak; ama o en sonunda hedefe ulaşarak, işi bitirecektir..

Bildiği ya da istediği gibi sinema yapmakta direnen, belli sayıdaki yönetmenlerin en bağımsızlarından olduğu kadar, şüphesiz ki en ‘cool’u da olan Jim Jarmusch, 1999 yılı yapımı filmi, Ghost Dog: The Way of the Samurai‘daki, New York’ta yaşayan, Fransızca’dan başka da dil bilmeyen dondurmacı rolündeki Isaach De Bankolé‘yi baş role, bir sürü önemli oyuncuyu da yan rollere koyarak yaptığı bu filmle yine bir şahesere imza atmış..

“Hayatın hiçbir değeri yoktur.. Bir avuç toz ve topraktan ibarettir.. Kendini herkesten büyük ve önemli görenler gerçekte ne olduklarını öldüklerinde anlayacaklardır.” mealinde özlü sözlerle işe başlayan Jarmusch, filminin finalinde bu dediklerinin hakkını verirken, gerçekte görünenin dışında anlamlar yüklenmesi gereken sahneleri peşpeşe yaratarak, adeta kocaman bir metafor yumağı oluşturuyor..

Her haliyle: “Hayatın konusu yoktur, neden filmlerin ya da kurmaca öykülerin olsun ki?” sözünün asli sahibi olan bir yönetmenin elinden çıktığını da hissettiren; ne demek istediği asla tam anlamıyla anlaşılamayacak, zaten, anlaşılmak da istemeyen ‘gizemli’ bir film olarak The Limits of Control‘un, David Lynch‘den uzun süre ayrı düşmüş naçizane bünyeme ilaç gibi geldiğini de ekleyeyim..

Gayet mühim görüntü yönetmeni Christopher Doyle‘un varlığının hemen hissedildiği bu film hakkında ‘anlaşılamayan’ dediysek de, o kadar da değil tabii: The Limits of Control, gitar telinin farklı işleviyle kötülüklerin odağı olan gücü alt etme yolunda hamle yaparken, o mutlak gücün -ezelden beri- her fırsatta suçlayıp ezmeye çalıştığı, sanatçıların, bohemlerin, aydınların ve sisteme muhalif kesimlerin öylesine güçlü sesi haline geliyor ki, bu sebeple kendisine Jim Jarmusch‘un en politik filmi demenin de hiçbir sakıncası yok..

The Limits of Control (Kontrol Limitleri)

Yönetmen: Jim Jarmusch

Senaryo: Jim Jarmusch

Oyuncular: Isaach De Bankolé, Luis Tosar, Tilda Swinton, Paz de la Huerta, Gael Garcia Bernal, Hiam Abbass, John Hurt

Yapım: ABD, 2009 / 116′

Fevkalade, 9!

The Last Station (Aşkın Son Mevsimi)

Anna Karenina, Harp ve Sulh gibi anıtsal romanların yazarı Tolstoy (Christopher Plummer) yaşlılık günlerini, sevgili eşi ‘Kontes’ Sofya Andreyevna Tolstaya (Helen Mirren) ve çocuklarıyla, geniş bir arazideki köşkünde geçirmektedir..

Yazarın, sosyalizmin bir nevi Hıristiyanca yorumu denebilecek, sömürü karşıtı ve devrimci düşüncüleri üzerine kurumlaşma çabalarının bir numaralı destekçisi olan Vladimir Chertkov (Paul Giamatti), Tolstoy’un eserlerinin yayın haklarından oluşan gelirinin -bundan böyle- halk için kullanılması taraftarıdır..

Lükste gözü olmayan, halk gibi yaşamayı seven Tolstoy’un bu yönde iknası gayet kolaydır; ancak, yazar kocasını çok sevse de, parayı ve lüksü daha da çok seven karısı Sofya’yı kandırmak kesinlikle mümkün değildir.. Sofya’nın gözünde Chertkov, servetlerine göz dikmiş bir akbabadan başka bir şey değildir..

Aynı zamanda, karı-koca arasına girmiş bir karakedi durumu da oluşturan Chertkov yüzünden, Tolstoy’ların mutlu aile yapısında çatırdamalar başlar..

Yazarın evinden uzakta çalışmalarını sürdüren Chertkov, eskiden kendisinin de yaptığı Tolstoy’un sekreterliği görevine, genç Valentin Bulgakov (James McAvoy)’u seçerek, köşke gönderir.. ‘Tolstoycu’ idealist bir genç olan Valentin’e, orada olan bitenler hakkında sürekli not almasını isteyen kurnaz Chertkov’un amacı bellidir tabii..

Zamanla Tolstoy’la çok iyi bir dost da olan Valentin, orada hem bilginin, hem de aşkın en iyisini tadacaktır..

Bir zamanlar Sofya’yla yaşadığı büyük aşkı o güne kadar başarıyla taşımış Tolstoy için işler, maalesef karısının günbegün artan dırdırlarıyla iyice kötüye gitmektedir..

Büyük Rus yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy‘un, 1910 yılında seksen iki yaşındayken Rusya’nın güneyindeki bir tren istasyonunda zatürreden vefat ettiğini biliyoruz..

Amerikalı yazar Jay Parini‘nin The Last Station adlı romanından yararlanılan bu filmde, Tolstoy’un trajik sonunun hemen öncesindeki yaşantısından kesitler görürken, onu -bir bakıma- ölüme sürükleyen nedenlere de aşina oluyoruz..

Son İstasyon romanı, Tolstoy’un, karısı Sofya’nın, doktorunun, çocuklarının, Çertkov’un ve sekreteri Bulgakov’un günlüklerinden ve mektuplarından yararlanılarak yazılmış..

Bu romandan, klasik ve düz anlatımlı bir sinema anlayışıyla başlayıp süren -zaman zaman komediye de kaçan- bir film yapmayı başarmış görünen yönetmen Michael Hoffman, ünlü yazarın hayatının son yılına, hem onun idealleri açısından, hem de insani tarafından oldukça derinliğine yaklaşmış..

Bu arada The Last Station‘ın, bir diğer ‘kahraman’ olan Valentin Bulgakov’un, kendi hayatı açısından çok çarpıcı gelişmeler içeren ve asıl konuya paralel olarak akan hikayesini kapsadığını da ekleyeyim..

The Last Station (Aşkın Son Mevsimi)

Yönetmen: Michael Hoffman

Senaryo: Michael Hoffman, Jay Parini (Roman)

Oyuncular: Helen Mirren, Christopher Plummer, James McAvoy, Paul Giamatti

Yapım: Almanya-İngiltere, 2009 / 107′

Aferin, 8!

Mr. Nobody

Herkesin ölümsüz olduğu, yani resmen dünyaya kazık kaktığı 2092 yılındayız..

Bu dünyada kalmış son ölümlü olan 117 yaşındaki Nemo Nobody, uzatmaları oynadığı şu günlerde bir hastanede (Araf mı yoksa?), bütün suratı zebra gibi çizgili dövmelerle kaplı kel bir doktor (Azrail ya da Tanrı mı yoksa?) tarafından -sorguyla karışık- muayene edilmektedir..

Bir müddet sonra, Bay Hiçkimse’nin odasına sızmış bir gazeteci gencin, teknoloji müzesinden arakladığı makaralı teybi çalıştırmış olarak, yaşlı adamla söyleşi yaptığını görürüz..

Mr. Nobody (Jared Leto)’nin geçmişiyle ilgili anlattıkları birbiriyle çelişmekte, hayatının önemli kesişme ve karar verme noktalarında vaziyet iyice karışmaktadır.. Öyle ki adamımız adeta imkansızı gerçekleştirerek, herhangi bir durumun her ihtimalini yaşamışlığından falan bahsetmektedir..

Gazetecinin de, bizim de aklımız karışmakta, asırlık kahramanımızın bunaması ve dalga geçmesi de dahil çeşitli ihtimaller kafamızda soru işaretleri doğurmaktadır..

Sonuçta anlaşılır ki olay, Nemo’nun dokuz yaşında yaşadığı, hayatının en önemli olayında düğümlenmektedir.. Anne ve babasının boşanmasıyla, minik Nemo -bir tren istasyonunda- tercihini yapmakla karşı karşıya kalmıştır: Babasıyla orada mı kalacak, yoksa trene binmiş gitmekte olan annesine mi koşacaktır? Birincisini yaparsa nelerle karşılaşacak, diğerini tercih ederse hayatında ne gibi değişiklikler olacak, neleri daha farklı yaşayacaktır?

Tabii ki bu ‘tek boyutlu’ ve ‘özetin özeti’ anlatım -kelimenin tam anlamıyla- hayretler içersinde seyrettiğim bu büyüleyici filmin konusunu ve de boyutlarını açıklamakta çok yetersiz kalıyor..

Muhteviyatında, kelebek etkisi, sicim teorisi (biraz inceledim ama anladıysam arap olayım), büyük patlamayla başlayan evrenin yaratılış ve genişleme süreci ve de bu süreçin bir süre sonra durup da geriye sarma ihtimali teorisi gibi muhtelif kuramlar yüklü filmde; Mars gezegenine yolculuk gibi çeşitli fantastik sahnelerin bulunduğunu da ekleyeyim..

Jaco van Dormael‘in yazıp yönettiği 138 dakikalık Mr. Nobody, ‘haddinden fazla’ deneyselliğiyle, hayatın sonsuz olasılıkları hakkında, çok etkileyici bir fikir jimnastiği gibi..

Bu defalarca izlenesi ‘çetrefilli’ film bittiğinde, olasılıklar ve tesadüfler üzerine yapılmış bu en kapsamlı, en bilimsel, en karmaşık, en inandırıcı, en inanılmaz deneyimden çıkmış bir birey olarak öylesine bir dimağ yorgunluğu içindeydim ki, o günlük kullanmam gereken entelektüel faaliyet pilimin tükendiğini hissettim desem yalan olmaz valla..

Galiba en iyisi, bu işlere kafayı fazla takmamak (Dikkat! ‘Yormamak’ demiyorum.), filmde bahsi geçen, Tennessee Williams‘ın (Aklımda kaldığı kadarıyla.) “Ne, nasıl olmuşsa eğer, başka türlü de olabilirdi.. Ve bu olacak olan da en az önceki kadar değerli olurdu” mealindeki sözüne sığınıp, hayat ağacının verdiği meyvalardan (Biraz da kendimizden kaynaklanan nedenlerle tabii.) payımıza düşeniyle yetinmektir.. Tabii ki.. Aşkı ve sevgiyi de hiç ihmal etmeden..

Mr. Nobody (Bay Hiçkimse)

Yönetmen: Jaco Van Dormael

Senaryo: Jaco Van Dormael

Oyuncular: Jared Leto, Sarah Polley, Diane Kruger

Yapım: Fransa-Almanya-Kanada-Belçika, 2009 / 138′

Fevkalade, 9!

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et