BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Osmanlı İmparatorluğu’ndan 30’lu yılların Amerikası’na ve Nazi Almanyası’na uzanan epik bir hikaye.Milliyetleri, kültürleri, geçmişleri hatta ten renkleri bile benzeşmeyen 3 adam. Bir siyahi Amerikalı; Joe Louis. Bir Alman: Max Schmeling. Bir Türk: Sabri Mahir Bey.

Futbol

Ringdeki 3 Adam: Joe Louis, Max Schmeling ve Sabri Mahir Bey

Osmanlı İmparatorluğu’ndan 30’lu yılların Amerikası’na ve Nazi Almanyası’na uzanan epik bir hikaye.

Milliyetleri, kültürleri, geçmişleri hatta ten renkleri bile benzeşmeyen 3 adam. Bir siyahi Amerikalı; Joe Louis. Bir Alman: Max Schmeling. Bir Türk: Sabri Mahir Bey.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan 30’lu yılların Amerikası’na ve Nazi Almanyası’na uzanan epik bir hikaye.

Not: Burada anlatılan hikayenin bir bölümünü 2002 yapımı TV filmi Joe and Max’de bulabilirsiniz. Steve James’in yönettiği filmde Til Schweiger, Leonard Roberts ve Peta Wilson rol alıyor.

Milliyetleri, kültürleri, geçmişleri hatta ten renkleri bile benzeşmeyen 3 adam. Bir siyahi Amerikalı; Joe Louis. Bir Alman: Max Schmeling. Bir Türk: Sabri Mahir Bey. Hayır, bir fıkranın değil, biraz destansı, birazdan daha fazla trajik ve inanılmayacak derecede dramatik bir hikayenin kahramanları bunlar. 501 milyon km² yüzölçümüne sahip bir gezegenin farklı köşelerinde dünyaya gelen bu 3 adamın, nasıl olmuştu yolları ve kaderleri 36 metrekarelik bir platformda kesişmişti. Çünkü üçünün de ortak bir sevdası vardı: Boks.

Beyaz Amerika’nın Siyah Kahramanı

Kölelik müessesesi kanunlarla sona erdirileli belki 65 yıl olmuştu ama 1930’ların Amerika’sı siyahlar için hala yaşanacak ideal bir ülke değildi. Önyargılar, alışkanlıklar, sosyal gelenekler aynı kaldıkça; en önemlisi de beyaz Amerikalı’nın, insanoğlunun genel gidişatına yön veren sürü psikolojisinden kaynaklanan, “kendini birine karşı üstün hissetme duygusu”na sahip olma lüksünden ve hazzından vazgeçme konusundaki isteksizliği devam ettikçe, anayasanın değişmiş olması şartları siyahlar adına iyileştirmeye yetmiyordu.

Alabama’da, sekiz çocuklu bir ailenin yedincisi Joe Louis Barrow işte böyle bir dünyaya doğuyordu. Joe, iki yaşındayken babasını tımarhaneye yatırdılar. İki sene sonra ona babasının öldüğü söylendi. Annesi yeniden evlendikten sonra tüm aileyle birlikte Detroit’e taşınan Joe, 12 yaşından itibaren bir buz şirketi için çalışmaya başladı. İşi buz kalıplarını kamyona yükleyip oradan indirmek ve sahiplerine teslim etmekti. Daha çocuk yaşta kendisini böylesine ağır bir işe koşan Joe’nun kolları ve vücudunun üst bölümü bu sayede olağanüstü bir şekilde güçlendi. 16 yaşına geldiğinde annesi keman dersleri alması için oğluna para verdi. Joe her hafta düzenli bir şekilde aldığı bu parayı keman dersi yerine, bir boks salonuna yazılmak için kullandı. Annesi uzun bir süre sonra bu gerçeği keşfetti ama uğradığı hayal kırıklığına rağmen oğluna bağırıp çağırmadı onun yerine her ebeveynin vermesi gereken bir nasihat verdi oğluna; “Elinden gelenin en iyisini yap, Joe!” Joe annesini sözünü dinledi ve en iyisini yaptı. Önce amatör kategoride şampiyon oldu, sonra da 1934’de profesyonelliğe geçti.

Joe ilk profesyonel maçında Jack Kraken’ı yendi. Bu maçtan kazandığı para tamı tamına 50 dolardı. Bir yıl sonraki maçta Primo Carnera’yı yendiğinde ise hesabına geçen 60,433 dolardı. İlk sekiz maçının ardından Kahverengi Bombacı lakabıyla anılmaya başlanan Joe Louis ilk 27 maçının tamamını, 23’ü nakavtla olmak üzere kazandı. Henüz 21 yaşındaydı ama Carnera, Kingfish Levinsky, Max Baer ve Paolino Uzcudum gibi şampiyonları yenmişti, hem de toplamda 12 rauntta. Gazeteciler onun tüm zamanların en iyi boksörü olduğunu dile getirmeye başlamışlardı. Kazandığı servet ise 400 bin dolara yaklaşmıştı. (Bu rakamı o dönemde ortalama yıllık maaşın 1.250 dolar olduğunu düşünerek tahayyül edin.)

Joe’nun bu başarısı ne yalnızca ringin, hatta ne de boks sporunun sınırları içinde değerlendirilebilecek bir şeydi. Siyahı, ilk kez makbul göstermeye başarmıştı beyaz Amerikalılar’a. Harlem’de, ülkenin diğer zenci mahallerinde radyoların başında onun maçlarını can kulağıyla dinleyen tüm Afro-Amerikalılar için bir kahramandı şüphesiz ama artık bu siyah derili adamın başarılarını alkışlayan beyazlar da vardı etrafta. Dedesi köle, büyük dedesi ise köle sahibi bir beyaz olan Joe kendi kaderiyle birlikte Amerika’yı da değiştiriyordu.

“Babam şunu başarmıştı: beyaz Amerika onu artık bir zenci olarak değil, Amerikalı olarak görüyordu. Kazanarak beyaz Amerika’nın ilk siyah kahramanı oldu.” Oğul Joe Louis Jr. böyle diyor babası için.

Joe Louis’in amatör kariyeri boyunca yedi kez nakavt olmuşluğu vardı ama bu nakavtlardan gereken dersi almak ve kendini geliştirmek konusunda eşi görülmedik bir iş çıkarmıştı. Profesyonel kariyerinde ilk 27 maçında daha yenilgi yüzü görmemiş olmasını sağlayan buydu. Kahverengi Bombacı’nın 28. maçından farklı bir sonuç çıkması için görünüşte hiçbir neden yoktu. Beklentiler bu yöndeydi. Nitekim bahisler 1’e 10 onun lehineydi.

Deutschland, Deutschland, Über Alles…

Alman Max Schmeling profesyonel boksa Joe Louis’den on yıl önce başlamış, tecrübeli bir şampiyondu. 1930’da Jack Sharkey’i yenerek Dünya Ağırsiklet Boks Şampiyonu olmayı başarmıştı.

1936 yılında Almanya, Schmeling’in doğup büyüdüğü Almanya’dan çok farklıdır. Ülke bir dönüşüm içersindedir ve bu dönüşümün adı nazizmdir. Etrafındaki gelişmelerden çok da memnun olmayan Max Schmeling, herkesin yenilmez olduğunda fikir birliğine vardığı genç Amerikalı boksörün şanını duyunca, menajeriyle birlikte Joe Louis’in Paulino Uzcudum’la yapacağı maçı seyretmeye gider. Çıkışta gazeteciler ona Joe hakkında ne düşündüğünü sorarlar. “Sağ yumruğu lokomotif gibi. Bu yetenekle bir gün en büyük olabilir. Ama bence bugün Joe Louis’i yenmek imkansız değil. Bir şey gördüm.” Bu gördüğü şeyin ne olduğunu söylemez. Kimilerine göre Joe’nun zayıf bir noktasını saptamıştır. Gazeteciler bu kez menajer Jakobs’a, Joe ile maç peşinde olup olmadıklarını sorarlar ama kaçamak yanıtlar alırlar. İşin gerçeği kurt menajer gerçekten de bu maçı ayarlamak için olağanüstü bir çaba harcamaktadır. Ve nihayetinde çabaları sonuç verir.

Max Schmeling sevinç içinde döner ülkesine. Evine geldikten kısa bir süre sonra bir SS subayı kapısını çalar. Propaganda Bakanı Joseph Goebbels kendisini görmek istemektedir. Goebbels, Schmeling’in kendilerine sormadan bir “zenciyle” müsabaka ayarlamış olmasından oldukça rahatsızdır. Üstelik Amerikan gazetelerine göre “zenci” kesin favoridir. Führer’in de bu konuda endişeli olduğunu açık bir dille söyler Goebbels. Bu maçın kaybedilmesinin yeni Almanya’nın üzerine kurulduğu Ari ırk ideolojisine ve imajına ağır hasarlar vereceğinin altını çizer. Schmeling kendinden son derece emindir. “Bu maçı kazanacağım. Ülkem için.”

İspanya’da boksu yasaklatan Türk…

İstanbul şampiyonluğunu kazanan ilk Türk takımı Galatasaray. Ayaktakiler soldan sağa: Hasan, Fuat, Hamit Hüsnü, Emin Bülent, Asım Tevfik, Ahmet Robenson, Ali Sami, Milo, Adnan. Oturanlar: Bekir, Hasan, Tevfik Fikret, Sabri, Mahir, Celal. En alt sıra: İdris ve Horace Armitage.

1909, İstanbul… İstanbul Ligi’nde oynanan beşinci sezonun sonuna geliniyor. 1908-1909 sezonuna gelene kadar hep yabancı takımlar şampiyon olmuş. Ama görünüşe bakılırsa Galatasaray bu geleneği yıkacak gibi.

Galatasaray gerçekten de bu sezon tarihinin ilk şampiyonluğunu kazanıyordu. Bu rüyayı son maçında İmogen‘i 11-0 mağlup ederek gerçekleştiren Galatasaray’ın kadrosunda Galatasaray Lisesi öğrencisi bıçkın bir delikanlı dikkati çekiyordu: Sabri Mahir Bey.

Sabri Mahir Bey mücadeleci, hırçın, kavgacı yapısıyla dikkati çeken yiğit bir delikanlıydı. 19 Eylül 1909 günü yapılan Galatasaray-Elpis maçında çıkan kavgada ceza alarak, tarihe cezalı ilk Galatasaraylı futbolcu olarak geçmesi bu yüzdendi. Yalnızca sahada değil, iç karışıklıkların arttığı, azınlıkların gemi azıya aldığı ülkede de hayra alamet özellikler değildi bunlar.

Nitekim, 1910 yılında Galatasaray’ın Rum takımı Strogles ile karşılaştığı maçta çıkan kavgada Sabri Mahir başrolü oynamıştı. Yenilgiyi hazmedemeyen Rumların dövüldüğü bu olay İstanbul Hükümeti tarafından hoş karşılanmaz ve Sabri Mahir mimlenir. Onu izleyen günlerde bu olay yüzünden GS Lisesi müdürü Tevfik Fikret okuldan uzaklaştırılır. Öğrenciler bu olayı topluca protesto ederler. Sabri Mahir bu olayın da elebaşısıdır. Zaptiye, Sabri Mahir’i aramaya başlar. Sabri Mahir zaptiyeden kaçarken Galata rıhtımında bir Fransız gemisine kaçak olarak biner ve Fransa’nın yolunu tutar.

Bu yabancı ülkede hayatını kazanmak için en iyi bildiği şeyi yapmaya karar veren Sabri Mahir Bey, lisedeki Fransız hocalarının yardımıyla Fransa şampiyonlarından Olympique Paris takımında top koşturmaya başlar. Sabri Mahir Bey şimdi de yurtdışında oynayan ilk Türk futbolcusu olmuştur. Kaptanlığına kadar yükseldiği takımın başarılarında pay sahibi olur.

Sabri Mahir Bey futbolu bıraktıktan sonra, lise yıllarında öğretmeni Mösyö Goury’den aldığı dersler sayesinde öğrendiği boksa geri döner. Bunda Mısırlı bir prensin yönlendirmesi olduğu söylenir. Daha ilk maçında Fransa şampiyonuyla karşılaşır Sabri Mahir Bey. Rakibiyle kıyaslanınca henüz bir amatördür. Maç boyunca ancak iki yumruk atabildiğini sonradan kendi itiraf eder. Ama dostları onu desteklemektedir. Bu güveni boşa çıkarmaz ve kısa sürede büyük ilerleme kaydeder. Amatörler şampiyonasında ikinci olur. Bu onun profesyonel kariyere hazır olduğunun işaretidir. İlk profesyonel maçında karşısında yine bir şampiyon vardır. Rakibinden aşağı kalmaz, hatta zaman zaman öne çıkar ama maçı beraberlikle bitirir. Fransa, İngiltere ve İspanya’da pek çok maça çıkan Sabri Mahir Bey, Avrupa’nın sayılı boksörlerinden biri haline gelir. Resmi artık kartpostalları süslemektedir.

Sabri Mahir Bey İspanya’da akıl almaz olaya vesile olur. Amerikalı organizatör Kid Jackson, Sabri Mahir Bey’i maç yapması için İspanya’ya götürür. Madrid’in ünlü Fiorinten Centrale salonunda gerçekleşecek maçta Sabri Mahir’in karşısına İspanya şampiyonu çıkacaktır. Hınca hıç dolu salonun şeref konuğu ise locasında maçı izlemeye hazırlanan İspanya Kralı’dır. Maça boğa gibi başlayan Sabri Mahir daha üçüncü raundun hemen başında bir kroşe ile rakibini nakavt eder. Tüm salon sessizliğe bürünmüştür. Hakemin işaretiyle İspanyol’un başına toplanan antrenörler ve doktorlar çaresiz bir telaş içindedir. İspanyol şampiyonu ayılamamaktadır. Sedyeyle soyunma odasına götürülür. Maçtan sonra İspanya Kralı Sabri Mahir’i locasına çağırtarak çıkardığı güzel maçtan ötürü tebrik eder. İspanyol boksörün hayatını kaybettiği haberi gelir birazdan. Ertesi gün ülkede boks yapmanın yasaklandığı ilan edilir. Polis tüm boks faaliyetlerinin cezalandırılacağını duyurur.

Sabri Mahir Bey daha sonra Almanya’ya yerleşir ve gençlere boks öğretip, boksun yaygınlaşması için çalışmalar yapar. Berlin’de bir boks salonu açar. Kadınların da, erkekler gibi boks yapabileceğine inanan bu maceracı Türk’ün salonu kısa bir sürede rağbet gören bir merkez haline gelir. Dönemin en ünlü aktrisleri Marlene Dietrich ve Carola Neber bile gelip boks yaparlar burada. Yazar ve senarist Vicki Baun, Sabri Mahir Bey’i şöyle hatırlamaktadır. “Kadın öğrencilerini erkek öğrencilerinden ayırmıyordu. Onları da aynı derecede zorluyordu. Sabri Mahir profesyoneller ve boksu hobi olarak görenler arasında ayrım yapma konusunda da beceriksizdi. Acımasızdı.”

Sabri Mahir Bey, pek çok Alman gencini iyi birer boksör haline getirir. Ama öğrencilerinden biri vardır ki, iyinin ötesine geçip bir Dünya Şampiyonu, Alman spor tarihinin en iyi boksörü olup çıkar. Sabri Mahir onu keşfettiğinde bu genç bir kasap dükkanında çıraklık yapmaktadır. Alman gencin vücut, kol, omuz ve el yapısına bakarak onun mükemmel bir boksör olacağına kanaat getiren Sabri Mahir Bey onu özel bir şekilde özenle çalıştırmaya başlar. Bu Alman genci Max Schmeling’den başkası değildir.

İlk Maç, ilk Buluşma

Joe Louis ve Max Schmeling 1936’da Yankee Stadyumu’nda karşılaştılar. Maçı kimin kazanacağı değil, Schmeling’in kaç raunt dayanabileceği üstüne tahminler yapılıyordu. Onun “ne görmüş” olduğu kimsenin umurunda değildi. Ama Schmeling gerçekten bir şeyler görmüştü. Joe Louis en güçlü sağ yumruğunu savururken kısa bir an için olsa da sol gardını düşürüyordu. Max’ın gördüğü işte buydu.

Maç başladı. Seyircinin beklentisinin aksine Max hiç yere düşecekmiş gibi görünmüyordu. Dördüncü rauntta kontrolü iyice eline alan Max, oturaklı bir kroşeyle Joe Louis’i yere indirdi. Herkes şaşkınlık içindeydi, salona sessizlik hakimdi. Joe, hakem saymaya devam ederken dinlenip kendini toparlayacağına aceleyle ve zorlukla ayağa kalktı.
Dövüş 12 raunt boyunca sürdü. Max sağ yumruğu tam 91 kez Joe’nun yüzüyle ve vücuduyla buluştu. Rakibinin daha önce etüt ettiği zaafını iyi değerlendiren Max, bu rauntta herkesin “yenilmez” dediği Joe Louis’i ringin zeminine yapıştırdı. Tüm zamanların en iyi boksörü 28. profesyonel maçında nakavt oluyordu. Siyahlar kadar, Amerika’nın geriye kalanı da şok içindeydi.

Muzaffer Max Schmeling ise o günlerin en ünlü ulaşım aracı olan Hindenburg zepliniyle dönüyordu anavatanına. Almanya’da bir kahraman olarak karşılanıyordu. Hitler ve Goebbels’in emirleriyle tüm ülke gazeteleri bu muhteşem zaferi günlerce manşetlerine taşıdılar. Bu zafer onlara göre Ari ırkın üstünlüğünü ve ideolojilerinin doğruluğunu gösteren bir kanıttı. Max artık Nazi Almanyası’nın en popüler figürü, Führer’den onaylı milli kahramandı.

Joe Louis Dünya Şampiyonu…

Joe Louis, 1937 yılında Cinderella Man lakabıyla tanınan son şampiyon James J. Braddock’ı yenerek Dünya Ağırsiklet Boks şampiyonu oldu. O güne kadar karşısına çıkan herkesi yenmişti. Bir kişi hariç.

O da böyle düşünüyordu. “Max Schmeling’den rövanşı almadıkça, kendimi şampiyon olarak kabul etmiyorum.”

Joe Louis ve Max Schmeling karşılaşması politik olarak riskli bir maçtı. Yaklaşmakta olan 2. Dünya Savaşı’nın temsili bir minyatürü olacaktı çünkü bu maç. Mağlubiyet her iki taraf ülke için de sportif bir mağlubiyetten çok daha fazlası anlamına geliyordu.

Hitler de Louis-Schmeling maçının yapılmasını istemiyordu. Ama Max bu konuda çok ısrarcıydı. Hitler’in, Max’ın Nazi Partisi’ne üye olması koşuluyla bu maçın yapılmasının razı geldiği söylenir. İki boksörün bu konudaki ısrarı, menajerlerinin azmi sayesinde 1938 yılında Joe ve Max rövanş için karşı karşıya geldiler.

Max’i Amerika’da geçen seferkinden de kötü bir ortam bekliyordu. Amerikalılar’a göre o Nazileri, Adolf Hitler’i ve ırkçı söylemleri temsil ediyordu çünkü. Maç gününe kadar kötü tezahüratlara maruz kalan Max maç günü kendinden nefret eden 70 bin insan önünde Yankee Stadyumu’ndaki ringe çıktı. Onun bir an önce yere serilmesini ve bu sayede Amerika’nın Naziler’e karşı ilk zaferini tatmasına tanık olmayı bekleyen seyirci hep bir ağızdan bağırıyordu. “Nazi! Nazi! Nazi!”

Beyaza karşı siyahın böylesine desteklendiği bu an, aynı zamanda tarihi bir andı. Yıllardır ırkçılık yaparak siyahları hor görenler, şimdi ırkçı olduğu gerekçesiyle siyahın karşına çıkan Avrupalı bir beyaza kin kusuyorlardı. Gazeteler günlerdir bu ortamı hazırlamaya çalışmışlardı. Sayfalarında Max’in ağzından uydurma ırkçı demeçlere, Joe hakkındaki aşağılamaları yer veriyorlardı.

Tüm Amerika ve Avrupa’da radyodan yayınlanan maç yalnızca 124 saniye sürdü. Bu süre içersinde Joe Max’i üç kez yere düşürdü. (Max’in ilk düşüşünde Goebbels’in Almanya’daki radyo yayını kestirdiği söylenir.) Max gözlerini açtığında hastanedeydi. Amerika, siyahıyla beyazıyla “Nazi” yenildiği için sevinç çığlıkları atıyordu. Milli kahraman olma sırası şimdi Joe Louis’e geçmişti. Joe, Max’ın Naziler’i temsil ettiği konusunda koparılan yaygara aslında hiç kulak asmamıştı. O ne için dövüştüğünü sokaktaki kalabalıktan da, gazetelerden de iyi biliyordu. Bu yüzden hastanede Max’i ziyaret etmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Böylece iki ezeli rakibin dostluklarının ilk adımı atılmış oldu.

Max’i iyileştikten sonra döndüğü Almanya’da hiç de iyi şeyler beklemiyordu. Hitler ve Goebbels için artık bir yüzkarasıydı artık. Artık ne o ne de karısı partilere çağrılan, gözde Almanlar yurttaşları değillerdi. Ülkedeki durum da iç açıcı değildi. Yahudiler’e karşı baskılar artmış, Yahudiler’in evlerinden toplandığı Kristal Gece ile birlikte soykırım operasyonunun ilk ciddi adımları atılmış olmuştu.

Savaş Başlıyor, Mücadele Devam Ediyor…

2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Max de, Joe da orduya katılır. (Oxford Üniversitesi’nde beden öğretmenliği yapan Sabri Mahir Bey ise bu sıralarda Londra’da tutuklanır ve hapse atılır. Üç yıl hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra Almanya’ya dönüp yerleşir ve bazı gösteri maçlarına çıkar.) Max cephenin ön saflarına sürülen sıradan bir paraşütçü piyade eri olarak askere alınırken, Joe Louis ordu için yardım maçlarına çıkan, askere gitmeyi teşvik eden posterleri süsleyen bir maskottu. Max ölümcül yaralarla defalarca hastaneye kaldırılıp tedavi görür, iyileşince yeniden cepheye sürülür.

Joe ise son derece eli açık, para hesabını konusunda saf karakterinin gerektirdiği gibi davranmaktadır. Bütün para işlerini adamlarına bırakıp, kendini hayır işlerine adar. Fakir çocuklara ve zor durumdaki eski dostlarına para saçmaktadır. Ne kadar çok kazanırsa, o kadar fazla harcamaktadır. Bir gün bir çiftlik alır ve gösteri atları koleksiyonları yapmaya başlar. Orduya girdiğinde de farklı davranmaz. Cebinden yaptığı binlerce dolarlık yardımların dışında, yüze yakın yardım maçına çıkıp ordunun kasasını doldurur.

Savaş ve boks kariyeri bittikten sonra, tek arzusunun emekliliğini huzur içinde geçirmek olduğu günlerde vergi dairesi müfettişleri Joe’nun kapısını çalarlar. Ülkeye 1 milyon 243 bin dolar vergi borcu vardır. Üstelik bu vergilerin çoğu ordu için yaptığı gösteri maçlarından kaynaklanmaktadır. Para işleriyle ilgilenmesi için tuttuğu adamlar da sırra kadem basmıştır. Bunca fedakarlık yaptığı ülkesi, zamanında onu milli kahraman ilan edenler şimdi onun için kılını bile kıpırdatmaya niyetli değildir. Çaresiz boksa geri döner ama hayatı boyunca bu borcu ödemeyi başaramayacaktır. Televizyondaki para ödüllü bilgi yarışmalarına çıkar, Amerikan Güreşi yapar. Para kazansa bile bu parayı bir türlü elinde tutmayı becerememektedir. İş en sonunda Las Vegas’ta bir casinoda kapıcı olmaya kadar varır.

Max’ın hayatı da güllük gülistanlık değildir. Savaştan mucize eseri sağ çıkmayı başarmıştır. Ama Almanya bu yıkık boksörden daha yıkık bir haldedir. Yaşam şartları inanılmaz derecede zordur. Buna müttefik askerlerinin kendisine Nazi muamelesi yapması da tuz biber ekmektedir. Neyse ki savaştan kısa bir süre sonra nazi olduğu yönündeki suçlamalar kaldırılır. İlerlemiş yaşına ve fiziki yetersizliğine rağmen bir iki boks maçına çıkar. Elbette kaybeder ama yine de biraz para kazanır. Kazandığı parayla bir çiftlik alır. Eşiyle yeni bir hayat kurmak için elinden geleni yapmaktadır.

Çiftlik işleriyle geçen sıradan bir günde eski günlerden bir tanıdık Max’i ziyaret eder. Bokstan elini eteğini çeken bu adam şimdi Coca Cola denen bir şirkette üst düzey yöneticilik yapmaktadır. Şirketin amacı Coca Cola’yı Almanya’ya getirmektir. Almanya’da bir sözcüye ihtiyaçları vardı ve bu iş için Max’ın uygun kişi olduğuna karar vermişlerdir. Max, bu kazancı yüksek ve prestijli işi düşünmeden kabul eder.

Max’ın ABD’ye yolu düştüğünde ilk yaptığı şey Joe’yu bulmak olur. Joe’yu kenar mahalledeki üçüncü sınıf bir barda bulur. Bundan sonra düzenli olarak görüşmeye ve mektuplaşmaya başlarlar. Almanya’ya davet etmesine rağmen Joe onu hiç ziyaret edemez. Çünkü hayatı boyunca yaklaşık 5 milyon dolar kazanan Joe vergi borcu yüzünden ülke dışına çıkamamaktır.

Joe ve Max, Joe’nun 1981’deki ölümüne kadar yakın arkadaş kaldılar. Joe ölümünden önceki dört yılı tekerlekli sandalyede oturarak geçirdi. Ölümünden sonra mevzuat izin vermiyor olsa da, Başkan Ronald Reagan’ın araya girmesiyle kendisine askeri tören yapıldı ve Arlington Milli Mezarlığı’na gömüldü. Ölümü ardından onu anlatan en güzel sözler Jersey Joe Walcott’un ağzından döküldü. “Kaybımız cennetin kazancıdır. O ringde ve ringin dışında büyük bir savaşçı, büyük bir şampiyondu. Gencinden yaşlısına, siyahından beyazına her insan için bir semboldü.”

Max Schmeling 2000 yılında Coca Cola’dan 85 yaşında emekli oldu. 2005 yılında öldüğünde 99 yaşındaydı. Koca bir yüzyılı dolu dolu, acısıyla tatlısıyla yaşamış olmanın zenginliğiyle göçtü gitti. En büyük serveti Joe ile ringde paylaştıkları o özel duyguydu, bir de büyük bir şampiyonu en güçlü olduğu zamanda yenmiş olmanın verdiği gurur.

Sabri Mahir Bey geçmişin gizemli figürlerinden biri. Hakkındaki bilgilerimiz çok kısıtlı, çoğunlukla da tevatür. Belki de bu sis perdesi onun çekiciliğini artıran bir çeşit büyü. Bırakalım öyle kalsın. Boşlukları hayal gücümüzle doldurmaya çalışmak hem bu maceraperest ruha daha yakışan bir davranış, hem daha eğlenceli.

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et