BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Öykü

Bruce Lee’ler futbol oynamayı düşler mi?

“1997’den beri düzenlenen Robocup Futbol Turnuvası’na katılan firmaların ana hedefi 2050 yılına kadar insanlarla çim sahalarda maç yapabilecek hatta onları yenebilecek bir robot futbol takımı yaratmak.”

Küçüklüğümden beri futbolcu olmak istemişimdir. O yaşlarda sokak aralarında bütün gün arkadaşlarımla top oynar, gece yatağıma yattığımda da maça hayallerimde devam ederdim. Profesyoneller Ligi’nde oynayan bir futbolcu olduğumu düşlerdim hep. Maça çıktığımda neler yapacağımı, nasıl yapacağımı kurardım aklımda. Sonra maça çıkardım. Saha ortasında bütün futbolcular yan yana dizilir seyircileri selamlardık. Kaptan olarak hakemlerle ve diğer takımın kaptanıyla el sıkışır, ona iyi şanslar dilerdim. Ve maç başlardı.

Sağdan sert bir orta kesiliyor. Ben bütün rakip defans oyuncuları arasından sıyrılıp yükseliyorum. Topa kafayı vuruyor ve golü atıyorum. Bütün stad ayağa fırlıyor. Çılgınca bir tezahürat başlıyor. Hep bir ağızdan tekrar tekrar bağırıyorlar adımı.

Kurtz! Kurtz! Kurtz!

Neticede futbolcu olamadım. Belki yeteneğim yeterli değildi – ki ben buna pek inanmıyorum – belki şansım yaver gitmedi, belki de futbolcu olabilmek için yeterince çaba sarf etmedim. Lise ve üniversite takımlarında oynadıktan sonra hayatın akışına kapılıp gittim. O akış beni hayal ettiğimden biraz farklı bir yere taşıdı. Yine de şanslı sayılırım. Futboldan tam anlamıyla kopmadım, mesleğimin de gereği olarak futbol hala hayatımın ayrılmaz parçası.

Adım Igor Pavel Kurtz. Organize Spor Suçları şubesinde gizli polisim. Adı spor şubesi olsa da, zamanımızın ve emeğimizin yüzde doksanını futbol alıyor. Diğer spor dalları ne futbol kadar ilgi görüyor, ne de onun kadar ranta sahip. Müşterek bahislerde korkunç paralar dönüyor, futbolcular her yıl biraz daha yüksek transfer ücretleri alıyorlar. Devlet futbola herhangi bir yolsuzluğun, şikenin karışmaması için elinden geleni yapıyor ama bu kadar büyük paraların döndüğü ve herkesin kazanmak istediği bir oyunda suç teşkil edecek eylemlerin önünü almak mümkün değil. Önceleri, devlet mevcut polis şubeleriyle bu işin üstesinden gelmeye çalışıyordu, fakat son yirmi yıl içinde android teknolojisinde kaydedilen gelişmeler, mali şube ve dolandırıcılık masasının iyice yetersiz kalmasına neden oldu. Artık spor dallarında yapılan yolsuzluklar ve şikelerle özel olarak ilgilenecek bir bölüme ihtiyaç vardı. Spor şubesi de bu nedenle kuruldu.

Dört senedir bu şubedeyim. Bu kısa süre içerisinde hiç azımsanmayacak başarılar elde ettim. Sarı Kanaryalar’ın şampiyon olduğu sezonu hatırlarsınız. Santrforlarını da hatırlarsınız. Attığı kırk yedi golle gol kralı olmakla kalmamış, yeni bir rekorun sahibi olmuştu. Onun bir android olduğunu ortaya çıkaran polis bendim. Bir açığını yakalamak için onu haftalarca izlemiştim. Bu olayın ortaya çıkmasının ardından şampiyonluk Sarı Kanaryalar’ın elinden alınıp, lig ikincisi Aslanlar’a verildi. Sarı Kanaryalar, İkinci Lig’e düşürüldü. Kulüp başkanı ve birkaç yönetici hapsi boyladı. Bu olay gazetelerde günlerce manşette kaldı. Benim ismimden elbetteki hiç söz edilmedi. Kimliğimin gizli kalması çok önemli.

Herkes beni bir gazeteci olarak tanıyor. Bir spor gazetesinde günlük köşe yazıları yazıyorum. Paravan olmasına rağmen, bu işimi de çok seviyorum. Yazılarımı devamlı olarak takip eden bir okur kitlesi oluştuğunu düşünürsek, işimi hakkıyla yaptığım söylenebilir. Spor yazarı olmam futbol camiasının içinde elimi kolumu sallayarak dolaşmamı sağlıyor. Bir polisin yanında asla konuşamayacakları şeyleri benim yanımda konuşabiliyor insanlar. Televizyonlara konuk olarak çağrıldığımızda program öncesi ve sonrası kuliste, makyaj odasında konuşulanlardan ne tüyolar çıkıyor bilseniz…

Bu sezon lig nedense çok dürüst oynanıyor. Sanki bütün takımlar aralarında sözleşmiş ve bu sezon futbolun temiz oynanmasına karar vermişler. Gözümüz takımların üstünde, ama bütün görebildiğimiz sahada dürüstçe, mertçe mücadele eden futbolcular. Yazılarımda tarafsızlığımdan ödün vermesem de, benim de desteklediğim bir takım var. Ama eğer Körfez Yıldızı’nda bir androidin top koşturduğunu öğrensem, onu da gözümü kırpmadan enselerim.

İşte bu sakin sezonda, peşpeşe ve cömertce harcadığım günlerden birinde, gazetedeki ofiste ertesi günün yazısıyla cebelleşirken telefonum çaldı.

“Alo.”
“Kurtz, ben Şef Yanni, acilen görüşmemiz gerekiyor.”
“Tamam Şef. Her zamanki kafede buluşalım.”

Portmantodan trençkotumu aldım. Odamdan hızla çıkıp, fotoğrafçı Hektor’un şaşkın bakışları altında asansöre doğru yöneldim.

“Böyle aceleyle nereye, Bay Kurtz,” diye seslendi arkamdan.
“Tahmin et,” diye cevap verdim asansörü beklerken. Aklıma uyduracak bir yalan gelmemişti.
“Bir futbolcuyla görüşmeye mi?”
“Bildin. Aferin!” diye cevap verdiğimde, Hektor’un ağzının bir zafer gülümsemesiyle kayık gibi yayıldığından adım kadar emindim.

Kafe Cruyff’a geldiğimde, şefin çoktan oraya vardığını gördüm. Oturduğu masaya yaklaştım. Karşısındaki sandalyeye kuruldum.

“Merhaba, Şef!” dedim.
“Otur, Kurtz,” dedi selamıma hiç karşılık vermeden. Bazıları böyle formaliteleri gereksiz bulur nedense. Ben selamsız sabahsız otursaydım masasına keşke diye hayıflandım kendi kendime. Şef lafı uzatmadan, hemen konuya girdi.

“Adalet bakanı bugün beni aradı. Japonlarla işbirliği yapmamızı istiyor. Spor şubesini orada yeni kurmuşlar. Anlayacağın bu işte daha acemiler. Futbol mafyası istediği gibi at koşturuyormuş Tokyo’da. Ortada dönen paralar ise, buradakilerden bile yüksekmiş. Söylenenlere göre Japon devlet başkanı geçen gün başkanımızı arayıp özel olarak bizim şubenin yardımını talep etmiş. Bizim tecrübelerimizden yararlanarak futbol mafyasını kökünü kazımak istiyormuş. Ben de başlangıç olarak en iyi adamımızı oraya yollamaya karar verdim. Yarın ilk uçakla Tokyo’ya hareket ediyorsun.”

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Bir şey dememe gerek var mı, yok mu, onu da bilmiyordum. Karar verilmişti nasıl olsa. Aklıma gelen birkaç soruyu ise, gidince Japonlara sormaya karar verdim. Bruce Lee’nin torunlarının bizim şeften daha hoşsohbet olduklarına emindim. Gözümün önüne sahada top koşturan yirmi iki Bruce Lee getirmeye çalıştım. Yapamadım.

Aynı günün akşamı, evde oturmuş televizyondaki futbol maçını seyredip bir yandan da biramı yudumlarken düşündüm. Her şeyi arkamda bırakarak hiç tanımadığım bir ülkeye, hiç tanımadığım insanların yanına gidiyordum. Bu benim için kesinlikle büyük bir değişiklikti. Biraz bu konuya kafa patlatıp, birkaç önemli noktayı gözden geçirmeliydim. Kız arkadaşıma telefon edip haber vermeliydim mesela. Kız arkadaşım… Bu iyi bir fikir miydi? İkinci kez düşününce aramaktan vazgeçtim. Nasıl olsa bana inanmayacaktı. “Sevgilim Japonya’ya gidiyorum. Ne zaman döneceğim belli olmaz?” Bunları söyler söylemez, ondan ayrılmak istediğimi, bunu açıkça söyleyemediğim için de, böyle uyduruk bir mazaretle ondan paçayı kurtarmaya çalıştığımı iddia edecekti. Telefonda yapacağımız tartışmayı, içine düşeceğim halleri gözümün önüne getirdiğimde, televizyonun üstüne her şeyi açıklayan bir not bırakmanın yeterli olacağına karar verdim. Anahtarı vardı ve nasıl olsa bana bakmak için eve gelecekti. Kafamı kurcalayacak başka bir nokta kalmadığına emin olduğumda içimi bir huzur kapladı. Bu işi de halletmiştim.

Sabah zar zor uyandım. Uçağımın kalkmasına fazla bir zaman kalmamıştı. Genelde akşamları yatmadan önce traş olurum ama dün akşam traş olmaya üşenip bu işi sabaha ertelemiştim. Ama sabah sabah traş olma fikri, şimdi akşamki kadar cazip gelmiyordu bana. Akşamki hesap, sabaha uymamıştı yine. Tüysüz Japonlara biraz hava atmak fena olmazdı.

Duş alıp, sıkı bir kahvaltı etmekle yetindim. Neyse ki bavulumu akşamdan hazırlamıştım, geriye Japonya’ya götüreceğim kitapları seçmek kalmıştı. Az okuduklarımdan seçsem iyi olurdu. Yalnızca iki defa okuduğum kitaplardan beş tane seçtim. Son elli belki 80 senedir yazılan kitaplar beş para etmez. Ne varsa eskilerde var. Onları tekrar tekrar okuyorum. Phillip K. Dick örneğin büyük bir keyif veriyor bana. Ha, bir de Spillane’in kitaplarına bayılıyorum.

Tamamen hazır bir halde kapıdan dışarı çıktığımda, ilk işim garajın kapısını iyice kontrol etmek oldu. Arabamın başına bir şey gelmesini istemiyordum. Arabam da tıpkı televizyon karşısındaki koltuğum, her türlü hava koşulunda giymeye bayıldığım trençkotum ve kendimi kız arkadaşım kadar yakın hissettiğim Maco marka silahım gibi en değer verdiğim eşyalarımdan biridir. Issız bir adaya düşsem, yanımda olmasını isteyeceğim üç şey şüphesiz onlar.

Havaalanına gitmek üzere bindiğim taksiyle şehir caddelerinden geçerken, camdan dışarısını ilgiyle seyrettim. Uzun bir süre uzak kalacaktım bu sokaklardan. Özleyecek miydim acaba bu sokakları, bu serserileri, evsizleri, fahişeleri, barları, kafeleri, hava kararmadan evine varmak için koşuşturan insancıkları… Evet, özlenecek bir tarafları yoktu. Ama muhtemelen özleyecektim.

Havaalanındaki rutin ve sıkıcı işlemler sonrasında uçaktaki koltuğuma kurulduğumda hosteslere şöyle bir göz attım. Şansım vardı, oldukça güzeldiler. Çevremde bana hizmet edecek kadınlar olacaksa, güzel olmalarını tercih ederim.

Uçak havalandıktan kısa bir süre sonra, esmer ve içlerinde en güzel olanı yolculara içecek servisi yapmaya başladı. Gayriihtiyari Esmer’in göğüslerine takıldı gözlerim. Çok irilerdi. Oldum olası çekmiştir beni iri göğüsler.

İri göğüslü hatun bana doğru yaklaşırken inci gibi dişlerini gösterek gülümsedi.

“İçecek olarak ne alırsınız, efendim?”

Canım bira istiyordu, ama birayı ufak plastik bir bardakta verdiklerini biliyordum. Bira dediğin şişeyle içilir. Servis arabasındaki martini şişesi dikkatimi çekti.

“Martini, lütfen!” Sosyetik takılalım biraz.

İçkimi hazırlamasını izledim esmerin, arasıra çaktırmadan göğüslerine bakıyordum. Gerçekten de iyiydiler. Göz zevkimin tatmin olmasının verdiği keyifle yudumladım içkimi.

Bu hızlı jetuçakların en sevmediğim yönü camdan aşağı baktığında hiçbir şey görememen. O kadar hızlı gidiyorlar ki, manzara falan seyredemiyorsun. Zamandan tasarruf etmek için, göz zevkinden fedakarlık etmek zorunda kalmıştım. Eski model uçaklara binmiş olsaydım uzun ama keyifli bir yolculuk yapabilirdim.

Jetuçak yavaşlamaya başladığında, hosteslerden birinin sesi uçağın içinde çınladı.

“Sayın yolcularımız, yolculuğumuzun sonuna geldik. Az sonra inişe geçeceğiz.”

Kahretsin! Bu uçaklar gerçekten çok hızlıydı. Daha bir saat önce havaalanındaydım!

Havaalanı çıkış kapısına doğru ilerlerken birden dehşetle fark ettim: Tanrım! Bu insanlar ne de çok birbirine benziyordu! Çevremde yüzlerce erkek ve dişi Bruce Lee dolaşıyordu. Bunlardan biri de şu an muhtemelen beni bulmaya çalışan Tokyo Spor Masası’ndan bir polisti. Ha, işte orada üstünde ismim yazılı olan bir tabela tutan bir Bruce Lee vardı. Ona doğru ilerledim. Beni gördüğünde pişmiş kelle gibi sırıtmaya başladı kısa boylu, ince yapılı adam. Sırıtışı nedense çok sinir bozucuydu.

“Hoşgeldiniz, Kurtz san!”

Ona başımı öne eğerek selam verdim.

“Benim adım Okamoto İçiro. Japonya’da kaldığınız süre içerisinde size yardımcı olacağım.”
“Hangi konuda?” diye sordum.
“Her konuda?” Hazırcevap bir Bruce Lee’ydi bu.
“Allaha şükür ne bir eksikliğim, ne de bir sakatlığım var. Her konuda yardıma ihtiyacım yok!” Yüzündeki sırıtış bir anda kayboldu. Şimdi bana kanatlı kırmızı bir öküzmüşüm gibi bakıyordu. Sonunda başarmıştım. Güle güle sinir bozucu sırıtış.

Ne yazık ki, zafer sarhoşluğumun hayal kırıklığına dönüşmesi için iki saniye geçmesi yetmişti. Okamato İçiro kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Karnını tuta tuta gülüyordu.

Kendini biraz toparladığında bana, “Siz çok şakacısınız, Kurtz san. Bir an gerçekten ciddi olduğunuzu sandım, şaka yaptığınızı sonradan anladım. Demek bir sakatlığınız yok ha. Ha ha ha!”

Kahkahaları sona erdiğinde cüce Bruce Lee hala sırıtıyordu. Bu defaki sırıtışı, öncekinden de sinir bozucuydu.

Organize Spor Suçları Şubesi Şefi Fukuzava’nın odasına girdiğimizde gördüğüm manzara karşısında neredeyse dilim uçukluyordu. Önümde dikilip duran adam – adam demek bu deve hakaret etmek olurdu – karşısında ben ufak tefek kalıyordum. Nereden baksanız iki yüz kilo çekerdi. Boyu iki metreden epey uzundu. Elimi uzatıp uzatmamakta bir an tereddüt ettiğimi saklayamayacağım. Elleri o kadar büyüktü ki…

“Bay Pavel Kurtz,” dedi Fukuzava.
“Merhaba,” dedim ben de şaşırdığımı belli etmeyecek bir ses tonuyla.
“Bize bölümünüzün en iyisi olduğunuz söylendi,” diye devam etti komik şivesiyle. İyi olduğumu biliyordum, ama benim hakkımda bu şekilde bilgi verilmesi göğsümü kabartmıştı. Fukuzava benim tavrımı ölçmek için biraz durakladı, ama ben bana uygun görülen bu yakıştırmayı onaylar herhangi bir söz söylemedim, herhangi bir mimik yapmadım. Bu dev Bruce Lee’nin karşısında buz gibi olmalıydım. Bir an sonra Fukuzava etkilendiğini belli eder şekilde bir iki kere başını sallayıp konuşmasını sürdürdü.

“Siz bizim tam ihtiyaç duyduğumuz türden birisiniz. Japonya’da olduğunuz sürece en lüks otellerde kalıp, en iyi şartlarda ağırlanacaksınız. Yapmanız gereken şeyler basit. Şef yardımcısı İçiro ile maçlara gideceksiniz. İşin püf noktalarını ona öğreteceksiniz. Haftada bir gün ise buraya gelip brifing verecek, şubemizin sağlıklı, yararlı ve işbilir bir yapıya sahip olmasına yardım edeceksiniz. Tam yetkiye sahipsiniz. Bugün dinlenin, Tokyo’yu gezin. Yarın Samuraylar ile Sony Stars’ın maçı var. Her türlü sorununuz için Yüzbaşı İçiro’dan yardım isteyebilirsiniz.”
“Yine mi?” diye geçirdim içimden.

Odadan dışarı adım attığımız anda daha fazla dayanamayıp sordum.

“İçerideki neydi öyle?” Ne demek istediğimi anlamıştı.
“Şef Fukuzava eski Dünya Sumo Şampiyonu’dur.”
Olay açıklığa kavuşmuştu.

Bina garajına indiğimizde geldiğimiz arabaya doğru ilerlemediğimizi fark ettim. Sanırım biraz ilerideki fıstığa doğru ilerliyorduk. Tanrım o ne güzellikti öyle. Yanına vardığımda dayanamadım, hemen okşamaya başladım. En önünden en arkasına kadar… İçiro’nun sesini duyana kadar kendimden geçmiş bir halde onla ilgilenip durdum.

“Şey… Bu benim fikrimdi. Sizin arabanızın aynısından. Arabanızı çok sevdiğinizi öğrendim ve burada da aynı marka arabayı kullanmak isteyeceğinizi düşündüm.”

Şimdi gözüme girmişti işte. Bu Bruce Lee kıyak adamdı doğrusu. İlk izlenimler yanıltıcı olbiliyordu. Ne kadar şirin gülümsüyordu aslında. Demek ki ilk seferinde dikkatli bakmamıştım. Kahretsin! Ben daha size arabamın markasını söylemedim. Neyse, sonra söylerim.

Arabanın direksiyonuna keyifle kuruldum. Gazı sonuna kadar kökledim. Çıkan ses bana öyle zevk vermişti ki, bir an titredim. Kendi arabamı da seviyordum ama, bu araba beni arabanın torunu gibiydi. Nasıl bu kadar iyi muhafaza etmişlerdi anlayamıyordum.

“Şu oteli bir görelim bakalım? Sonra yemek yiyebileceğimiz bir yerlere gideriz?”
“Şey…” Ne demekti “Şey”. Kafamı çevirip baktığımda İçiro’nun mahçup mahçup oturduğunu, utanıp sıkıldığını gördüm. Bir şeyler söylemek istediği belliydi, ama dili bir türlü varmıyordu söylemeye. Onu biraz cesaretlendirmem gerekirdi.

“Çıkar dilinin altındakini. Japonya’daki tek dostum sensin. Dostlar arasında sır olmaz” dedim yanımdaki ufak tefek Japon’a.
“Kurtz san. Bu akşam ailece evlilik yıldönümümüzü kutlamayı planlıyorduk.” diye mırıldandı, sonra birden kendini toparladı, her zamanki sırıtışıyla, “Ama mühim değil, sizinle ilgilenmek zorundayım, kutlama bekleyebilir. Bu konuyu size açmam bile saygısızlıktı. Özür dilerim. Şimdi eve telefon edip geç kalacağımı bildiririm.”

İkinci kez beni etkilemişti Bruce Lee. Bu küçük bedende kocaman bir gurur taşıyordu. Ama ben böyle bir fedakarlıkta bulunmasına asla göz yumamazdım.

“Saçmalama, ahbap! Git, karın ve çocuklarınla keyfine bak. Benim yüzümden insanların gecesinin berbat olmasını istemem.” Bu sözlerim pek işe yaramamıştı.
“Hayır, hayır, kesinlikle sizinle kalacağım,” dedi ve sonra birden, “Ben koca bir aptalım,” diye bağırdı İçiro, “Bu konuyu açtığım için kendimi hiç affetmeyeceğim.” Şaşkın bakışlarım önünde bir eliyle kafasına vurmaya başladı. Onu durdurayım derken arabamın kontrolünü kaybeder gibi oldum. Direksiyonu toparlamasaydım, karşıdan gelen BMW’ye çarpmamız kaçınılmazdı.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bu kadar büyütme. Yalnızca git ve keyfine bak.”
“Bu teklifinizi kesinlikle reddediyorum ve sizinle kalıyorum.”
“Kalmıyorsun!”
“Kalıyorum!”
“Hadi bakalım!” Bu Bruce Lee kimle raksettiğini bilmiyordu.
“Bakın biz Japonlar çok inatçıyızdır ve…” Cümlesini bitirmedi. Bir şey gelmişti aklına. Gözleri parladığı anda bunun iyi bir fikir olduğuna karar verdiğini anladım.
“Ne var?” diye sertçe sordum.
“Eğer evimize teşrif edersiniz, beni, karımı ve çocuklarımı onurlandırmış olursunuz Kurtz San.”

Kesinlikle olmaz deyip bu konuyu kapatmaya kararlıydım. Ama yapamadım. Daveti reddedip onun onurunu incitemezdim. Ayrıca yanımda oturan Bruce Lee şu anda bir yetişkinden çok, heyecanlı küçük bir çocuğa benziyordu. Çocuklara karşı çok hassasımdır ben.

“Peki!” dedim yalnızca.

Yol boyunca içimden söylenip durdum. Aile ortamlarından hiç hoşlanmam, bunun nedeni hiç böyle bir ortamda bulunmamış olmam belki de. Bütün tereddütlerim Bayan İçiro’nun büyük bir özenle hazırladığı sofraya kurulduktan yarım saat kadar sonra kayboldu. Çok sevimliydiler. Üç yaşındaki küçük Eiko ve kendinden iki yaş büyük ağabeyi Sato. Peki ya Bayan Saki İçiro’ya ne demeli? Bir kadın bu kadar çok özelliğe aynı anda nasıl sahip olabilirdi anlamıyorum. Hamarat, kibar, konuksever, güzel… Yemekten sonra salonda oturmuş Dünya’dan Futbol programını seyretmeye koyulduk.

Sato koşarak yanımıza geldi ve kendini babasının kucağına attı. Bu sahneyi yüzümde nedenini anlamadığım bir tebessümle izlerken göz ucuyla bana doğru birinin yaklaştığını duydum. Kafamı çevirdiğinde küçük Eiko’nun ellerini açmış bana doğru koştuğunu gördüm. Gayriihtiyari ben de kollarımı açtım, Eiko’yu kaldırıp kucağıma oturttum. Garip bir duyguydu. Küçük dişi Bruce Lee ve ben…

Gecem mükemmel geçmişti. Artık otele gidip biraz dinlenmek istiyordum. Yarın ilk maçımıza gidecektik. Japon futbolu hakkında fazla bir şey bilmiyordum, onun için yarın zinde olup, gözlerimi dört açmalıydım. Bir an önce buradaki futbol hakkında geniş bilgi edinmeliydim. Okamoto otele kadar bana eşlik etti. Gece için ona teşekkür ettim. Ardından resepsiyondan anahtarımı alıp odama çıktım. Duş aldıktan sonra çift kişilik rahat yatağımda derin bir uykuya daldım.

Sabah otelin önünde buluştuğumuz Okamoto’yla birlikte stadyuma doğru yol alırken tatlı bir merak içindeydim. Nasıl bir futbolla karşılaşacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Muhtemelen bizde on beş yirmi sene önce oynanan futbolun sergilendiği bir müsabaka bekliyordu beni. Stadyuma geldiğimizde merakım yerini şaşkınlığa bıraktı. Açıkçası bu kadar büyük bir stadyum ve kalabalık taraftar topluluğu ile karşılaşacağımı hiç ummuyordum. Özel kartlarımızla zar zor içeri girip yerlerimize oturduktan sonra takımların sahaya çıkmasını beklemeye başladım. Ve beklenen an geldi. Futbolcuların ilk önce kafaları, sonra vücutları ve en son olarak da ayakları gözüktü çıkış tünelinin kapısında. İlk izlenimimi size şöyle açıklayacağım; şok olmuştum. Japonya belki ufak tefek insanların ülkesiydi ama Japon Futbol Ligi’nde oynayan futbolcular kesinlikle vatandaşlarıyla aynı ölçülere sahip değildiler. Adamların en kısası bir seksen falandı.

Kaliteli futbol beklemediğim maç başladıktan sonraki, yani ikinci izlenimimi ise şöyle açıklayacağım; kalp krizi geçirmek üzereydim. Bu Bruce Lee’ler işi gerçekten biliyorlardı. Hepsi tam anlamıyla profesyonel, güçlü ve yüksek tempolu oyunculardı. Herbiri de bizim ligimizde rahatlıkla oynayabilirlerdi. Şaşkınlığımı kısa sürede kontrol altına alarak maçı dikkatle takip etmeye başladım. İşimi yapmalı diğerlerine nazaran farklı futbol oynayan bir oyuncu olup olmadığını araştırmalıydım. Okamoto’ya da aynısını yapmasını söyledim. Bir spor polisi öncelikle çok dikkatli bir futbol seyircisi olmalıdır. Müsabakanın sonlarına doğru farklı bir futbolcu değil – futbolcuların kapasitesi inanılmaz derece de birbirine yakındı çünkü- ama inanılmaz bir tempoda oynanan oyunda bir eksiklik olduğunu fark ettim. Bu eksikliğin ne olduğunu düşünüp bulmam, hakemin maçın sona erdiğini bildiren düdüğü çalmasıyla aynı ana rastladı. Evet, bu sahada futbol adına mükemmel bir oyun sergilenmişti, ama bu oyunda en önemli şey eksikti. Yaratıcılık… Sahadaki futbolcular sanatçılıktan nasibini hiç almamış zanaatkarlar gibiydiler.

Arabaya döndüğümüzde yalnızca, “Çok şaşırdım,” diyebildim Okamoto’ya.
“Anlayamadım,” dedi Okamoto.
“Hepsi de mükemmel futbolculardı” diye açıklamaya çalıştım.
“Tabii ki öyleler” diye böbürlendi Okamoto.
“Birbirlerine de çok benziyorlar. Aralarına karışan bir android kolayca fark edilebilir.”
“İnsan demek istiyorsun galiba.”
“Ha!”
“Dilin sürçtü insan yerine android dedin. Cümlenin doğrusu, “Aralarına karışan bir insan kolayca fark edilebilir” olacaktı.”

Beynimden aşağı kaynar sular döküldü. Tabii ya. O fizik, o güç ve futbolcular arasındaki o benzerlik, başka nasıl açıklanabilirdi zaten. İyi ama, niye kimse bana bundan söz etmemişti. Kendimi salak gibi hissediyordum. Çok kızmıştım. Herhalde bu yüzden hırsımı Okamoto’dan, sevimli arkadaşımdan almaya kalkmıştım.
“Zaten Bruce Lee’lerin futbolu bu kadar iyi oynamalarına imkan yoktu.”
“Efendim!” dedi Okamoto şaşkınlıkla.
“Bak Bruce Lee,” dedim, “Madem androidlerle sorununuz yok, benden ne istiyorsunuz o zaman?”

Okamoto bana yanıt vermedi. Ona doğru döndüm. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Merkezde geçirdiğimiz bütün gün boyunca benle bir tek kelime bile konuşmadı. Arabada söylediklerim onu gerçekten incitmiş olmalıydı. Akşamleyin otele dönmeden önce ondan özür dilemeye karar verdim.

“Okamoto, senden özür dilemek istiyorum.” Bir şey söylemedi. “Arabada söylediklerim için canım. Salak durumuna düştüğüm için çok sinirliydim. Ne dediğimi bilmiyorum. Japonlar gerçekten soylu ve yetenekli bir ırk. İsterseniz çok iyi futbolcular yetiştirebilirsiniz. Ama şu elektronik merakınız daha ağır basıyor işte. Hadi, Okamoto bir şeyler söyle.”
“Sen…” dedi zorla,”…sen bana Bruce Lee dedin. Beni utandırdın!”
“Ne. Bütün sorun bu muydu yani. Bruce Lee gibi bir atası olmasını kim istemez. Bence gururlanmalısın,” diyerek durumu kurtarmaya çalıştım.
Okamoto sonunda patladı. “Bruce Lee Japon değil, Çinli’ydi ahmak herif!”
Bir Salaklar Derneği olsaydı, bir gün içine bu kadar salaklık sığdırabilen birini kesinlikle bir şiltle ödüllendirirdi.
“Öyle mi?” diye anlamsız bir soruyla karşılık verdim Okamoto’ya.

Bu hatayı isteyerek yapmadığımı anladığından olsa gerek, Okamoto bu konuyu fazla uzatmadı. Ben de bir daha hiç bir Japona Bruce Lee demedim.
Okamoto ile birlikte iki ay boyunca gidebileceğimiz her maça gittik. Bütün deneyimlerimi elimden geldiğince Okamoto’ya aktardım. Bu süre zarfında gittiğimiz maçlarda ya şike yapılmamıştı, ya da biz yapılan şikeyi anlayacak kadar iyi değildik. Bu söylediğim Tokyo Samuraylar’ı ve Osaka Kaplanları arasında yapılan maça kadar sürdü. Bu muhtemelen Japonya’da gideceğim son maç olacaktı ama aynı maçın benim köşeyi dönmemi sağlayacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.

Her zamanki gibi maçın başlamasına beş on dakika kala yerlerimize oturmuştuk. Okamoto futbolu en az benim kadar seviyordu. İleride belki de benden daha iyi bir spor polisi olacaktı. Son maçım olması ve o ana kadar herhangi bir durumla karşılaşmamış olmam yüzünden maçı bir polis değil de, bir seyirci gözüyle izliyordum. Ama onu fark etmem için bu bile yeterli olmuştu. Böyle bir yetenek İgor Pavel Kurtz’un gözünden asla kaçmaz. Hayatımda gördüğüm en ince bilek hareketlerini yapıyordu. Verdiği paslar inanılmaz bir zekanın ürünüydü. Dönüp Okamoto’ya baktım. Hiçbir şeyin farkında olmadığı yüzünde belli oluyordu. Ligin en iyi iki takımının maçının heyecanına belli ki o da kaptırmıştı kendini. İki takımın oyuncuları da çok üstün yeteneklere sahipti ve iki takımda inanılmaz bir mücadele veriyorlardı. Onun için bu gencin enfes hareketleri fazla göze çarpmıyor, oyunun yüksek temposu içinde eriyip gidiyordu. Bense maçı bırakmış yalnızca onu seyrediyordum. Kuşkularımı kesin bir yargıya dönüştürecek bir hareket bekliyordum ondan. Çok geçmeden hayallerim gerçek oldu. Maç 2-2 devam ederken, doksanıncı dakikaya doğru top orta sahanın solundan hareketlenen on bir numaralı oyuncuya, yani adamıma geldi. Fırtına gibi koşarak rakip ceza alanına yaklaştı. Ceza alanının çaprazında kendisini iki defans oyuncusu karşıladı. Stoperin de onun üstüne gelmesi sonucu boşta kalan santrfor arkadaşını gördüğüne yemin edebilirim. Kafasını kaldırdı ve gördü onu. Ona pas vermesi yapabileceği en basit hareketti ama iki azman defans oyuncusu karşısında set kurmuşken o ne yaptı biliyor musunuz? Onların aralarına daldı. İleri doğru atılırken önce topu sol ayağı ile çekip sağ ayağına aldı, sonra sağ ayağıyla çektiği topu soluna aldı. İki oyuncunun arasından öylece geçmişti. Gözümün önüne 20. yüzyılın efsane İngiliz futbolcusu Gary Lineker gelmişti.

Kaleci rakibinin açısını daraltmak için yapabileceği en iyi şeyi yapıp açılmış, üstüne geliyordu. On bir numara topun dibine öyle bir girdi ki… O topu gören herkes, topun görünmez kanatlara sahip olduğuna bütün samimiyetiyle şerefi üstüne yemin edebilirdi. Kalecinin parmak uçlarını yalayarak üstünden geçen top kaleye doğru gitti ve tam doksana takıldı. Stat inliyordu. Samuraylar bir kez daha kazanmıştı. Bense hiçbir makinenin sahip olamayacağı meziyetlere – ister yaratıcılık, ister hayalgücü, ister egoistlik – sahip bu gencin futbolu karşısında büyülenmiş, kendi halimde düşüncelere dalmıştım.

“Neyin var, Kurtz san?” diye sordu Okamoto.
“Hiç, hiç…” dedim. “Golü atan oyuncunun adı ne?”
“Osaka Tanaka. Yeni bir modelmiş, bugün ilk defa oynuyor.”
“Hımm!”

Maçtan çıktığımızda, Okamoto sevinçten yerinde duramıyordu. Ne de olsa takımı galip gelmişti.

“Yakalanan insan futbolculara ne oluyor?” diye sordum birden Okamoto’ya.
Okamoto bu ani soruma biraz şaşırmış olarak, “Ceza almazlar. Devlet onlara bir iş bulur ve kendi hallerine bırakır. Ceza yalnızca kulüplere verilir.”

Onları futboldan koparmak verilebilecek en büyük cezaydı zaten. Osaka’yı futboldan koparmak ise futbola ceza vermek olurdu. İki arada kalmıştım. Bir yanda görev, bir yanda spor sevgisi… Zor bir seçimdi. Başka bir çözüm bulabilir miydim diye düşünmeye başladım.

“Çok düşüncelisin Kurtz san,” dedi Okamoto.
“Bence futbol oynamak isteyen vatandaşlarınıza haksızlık ediyorsunuz. Kanunlarınız spor sevgisi ile hiç bağdaşmıyor.”
“Biz onların futbol oynamasına engel olmuyoruz ki. Amatör olarak istedikleri gibi oynayabilirler.”
“Bu işten para kazanmak isteyebilirler ama.”
“O zaman sizin ülkenize gitsinler.”
“Bizim ülkemize mi? Aman tanrım! Sen bir dahisin Okamoto! Şimdi dinle beni, Osaka Takanaka’nın insan olduğuna inanıyorum.”
“Emin misin?” diye sordu Okamoto hayret dolu gözlerle. Bu haber onu hiç de sevindirmemişti.
“Bak, Okamoto! Biliyorsun iki güne kadar Japonya’dan ayrılıyorum. Osaka’nın insan olduğunu kanıtlamamız için yeterli süremiz var. Ben gittikten sonra Samuraylar’a gereken cezayı verebilirsiniz. Ama benim Osaka hakkında bazı özel planlarım var. Senin de yardıma ihtiyacım olabilir.” Okamoto bana yanıt vermedi ama elinden gelen yardımı yapacağından kuşkum yoktu. Sanırım düşündüğümden daha koyu bir Samuray taraftarıydı. Takımının alacağı ceza onu fazlasıyla endişelendiriyordu.

Japonya maceram Osaka’nın insan olduğunu kanıtlamamla birlikte sona erdi. Düşündüğümden de kolay olmuştu. Osaka’ya, kendisiyle ilgili planlarımı açıklamam, yetkililere büyük bir mutlulukla insan olduğunu itiraf etmesine yetmişti. Kurnaz planım bu noktadan sonra da tıkır tıkır işlemeye devam etti. Ülkeme Osaka’yla birlikte döndüm. Onun menajerliğini yapmaya başladım. İlk sene sıradan bir takım olan Timsahlar’la anlaştık. Osaka burada sergilediği futbolla bütün kulüplerin gözdesi haline gelmeyi başardı. Sezon sonunda rekor bir ücretle Kara Kartallar’a transfer oldu. Bu transferin ardından polisliği bıraktım ve bir menajerlik ajansı açtım. Çok para kazandığımı söylememe gerek yok tabii. Bu ay içinde Osaka’yla ortak bir restoran açtık. Şehrin en iyi caddesinde, yalnızca üyelerin girebildiği bir yer. Adı; Kick&Goal. Bir gün yolunuz Park caddesinden geçerse, mutlaka uğrayın. Gerçi restoranımıza yalnız üyeler girebiliyor ama, sizin için bir ayrıcalık yapabiliriz belki.

İstanbul 1996

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et