BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Günün geri kalanında neyle ilgili olduğunu bir türlü hatırlayamadığım güzel bir rüyanın -tek aklımda kalan gördüğüme memnun olduğum bir rüya olduğuydu- ortasında uyandırdı çalan telefon. Yataktan kalkmaya yeltenmeden, ağır ağır açtım gözlerimi. Sanki ilk defa görüyormuş gibi odamı incelemeye koyuldum.

Öykü

Ters Ninja Pazar Öyküleri: YOK

Günün geri kalanında neyle ilgili olduğunu bir türlü hatırlayamadığım güzel bir rüyanın -tek aklımda kalan gördüğüme memnun olduğum bir rüya olduğuydu- ortasında uyandırdı çalan telefon. Yataktan kalkmaya yeltenmeden, ağır ağır açtım gözlerimi. Sanki ilk defa görüyormuş gibi odamı incelemeye koyuldum.

Günün geri kalanında neyle ilgili olduğunu bir türlü hatırlayamadığım güzel bir rüyanın -tek aklımda kalan gördüğüme memnun olduğum bir rüya olduğuydu- ortasında uyandırdı çalan telefon. Yataktan kalkmaya yeltenmeden, ağır ağır açtım gözlerimi. Sanki ilk defa görüyormuş gibi odamı incelemeye koyuldum. Telefona bakmam gerekmiyordu, sabahları beni uyandırmak için telefonumu üç kez çaldırma görevi verdiğim kız arkadaşımdı arayan. Saat sesiyle uyanmaktan nefret ederim. Telefon sesi de iğrenç ama en azından olaya dahil olan başka birileri var ve bu az da olsa huzurlu uyanmamı sağlıyor. O üç zil sesi “Günaydın! Yalnız değilsin!” anlamına geliyordu sanırım benim için.

Bin bir türlü şey düşündükten sonra -bu işi sırf yatakta biraz daha oyalanabilmek için yapıyordum- zar zor yataktan kalktığımda, dünyanın bir önceki günden farklı olmasını beklemiyordum. Neden olsundu ki?

Sabahları yüzünü yıkayan tiplerden değilim ben. Sebebini bilmiyorum, yalnızca aklıma gelmez yüzümü yıkamak. Kız arkadaşımın tasvip etmediği birçok huyumdan biri de buydu işte.

On beş dakika içinde giyinip hazır olmuştum. Servise yetişmek için bir beş dakikam daha vardı. Planlı hareket etmek zorunda olmaktan ama en çok da rutinden nefret ederim. Her gün işe gitmekten, her akşam işten çıkıp eve gelmekten, maaş için ay sonunu iple çekmekten, sonra bütün ay uğruna köle gibi çalıştığım o parayı kiraydı, faturaydı, taksitti başkalarına dağıtmaktan nefret ederim. Ama en çok da o paralara muhtaç olmaktan… Belki de yaşamaktan nefret ediyorum ben. Peki o zaman neden inatla devam ediyorum rolümü oynamaya? Bu halimle Pavlov’un köpeğinden ne farkım var benim?

Kalkmasına saniyeler kala yetiştiğim servise bindiğimde, otobüsün neredeyse yarı yarıya boş olduğunu fark ettim. Alışılmış bir durum değildi. Genelde işe kendi imkanlarıyla gelmeye kimsenin gözü yemez, otobüsün bütün koltukları dolu olurdu. Şikayet edecek halim yok tabi, istediğim yere, üstelik yanımda kimse olmadan oturma özgürlüğü sağlıyordu çünkü bu durum bana. Servisten de nefret ettiğimi söylememe gerek yok herhalde. Ve bazen içindekilerden de… Beni Dickens’in insanlardan nefret eden nemrut karakterlerinden biri olarak hayal etmenizi istemem. Şunu hayal edin onun yerine: Sabah işe giderken ikametgahınızın aziziliği sebebiyle servise binen son kişisiniz. Şoföre günaydın deyip yüzünüzü otobüsün içine döndüğünüzde herkesin iki kişilik otobüs koltuklarına tek başına yerleşmiş olduğunu görüyorsunuz. Yanlarındaki boş koltuğa da çantalarını ya da başka bir eşyalarını koyduklarını bilecek kadar tecrübelisini bu servis işlerinde. İçlerinden biri arkadaşınız olsa dahi, hepsinin aklından şunun geçtiğini çok iyi biliyorsunuz: “İnşallah, benim yanıma oturmaz. Ama oturacaksa da benden çantamı kaldırmamı rica etmeyi göze almak zorunda. Benim kibarlık yapıp kaldırmamı beklemesin hiç.” Yarım otobüs dolusu insan karşısında yüzde yüz dezavantajlı durumdasınız. Üstünüzdeki müthiş baskı eziyor sizi. Eziksiniz. Kimin yanına oturacaksınız? Daha doğrusu kimi rahatsız edeceksiniz? Kitlesel çıkar uyuşması sayesinde otobüste alternatif bir gerçeklik, bir illüzyon oluşmuş. Sanki başkalarına ait bir şey üstünde hak ediyor, sanki yanına oturacağınız kişiye minnet duymak zorundasınız gibi hissetmenize yol açan sahte bir durum. İşte kalabalığın tekil kişi üstündeki telepatik tahakkümü. Uyuyan ve çantası olmayan biri yoksa arka beşliye mahkumsunuz.

Otobüs hareket ettikten sonra uykuya daldım. Otobüste uyumaya alıştırmıştım kendimi. İşe varmamız en azından bir saati buluyordu, bu boş vakti değerlendirmenin en iyi yolu – üstelik o saatte, uyumaktı. Otobüste uyuma yeteneğine haiz olmayanlara acımaktan alamazdım kendimi. Kitap okuyabilenlere lafım yok. Ben hem uyuyamayıp, hem de midesi bulandığı için kitap okuyamayanlardan söz ediyorum. İşe giderken, işten dönerken ziyan edilen, üstelik de mesaiye dahil olmadığı için ücretlendirilmeyen iki saat. Ayda 40 saat eder. Kazası var, karı var, yağmuru var, iş yavaşlatma eylemi var…Siz 50’ye yuvarlayın o rakamı.

Nasıl otomatik olarak uykuya daldıysam, iş yerimin parkına girildiğinde de otomatikman, ama bu kez boynum tutulmuş bir şekilde uyandım.
Sabah serviste karşılaştığım garip durum iş yerinde de karşıma çıktı. Masaların neredeyse üçte ikisi boştu. Trafik gerçekten berbat olmalı diye düşündüm. Masama doğru ilerleyip, koltuğuma kurulduktan sonra kız arkadaşımı aradım. Henüz işe gelmediğini öğrenmekten başka bir şey geçmedi elime. Şansımı birazdan tekrar denemek üzere birkaç gündür yapılmayı bekleyen bir angaryaya verdim kendimi.

Saatler geçti. Ne gelen vardı, ne giden. Aksi gibi kız arkadaşımdan da haber yoktu. Derken telefonlar birer birer çalmaya başladı. Aileleri işe gelmeyen arkadaşlarımızı soruyorlardı. Nerede oldukları hakkında onların da hiçbir fikirleri yoktu. Sonra işe gelmeyenlerin bazılarından da telefon geldi, kimisi karısını, kimisi çocuğunu bir türlü bulamadığından söz ediyordu. Kız arkadaşım için iyice endişelenmeye başlamıştım. Sabah arayan o değil miydi acaba? Sanki telefon üçten fazla çalmıştı bu sabah.

Evini aradım. Yanıt veren olmadı. Ailesini aramayı düşündüm, ama sonra onları meraklandırmanın iyi bir fikir olmadığığına karar verdim. Ne de olsa yaşlı insanlardı. Kendi ailemi aradım onların yerine. Annem de, babam da evdeydiler. Herhangi bir aksilikten haberleri yoktu. Habersiz kalmalarında da bir sakınca görmedim. Tüm bu olup bitenler mantıklı düşünülerek açıklama getirilebilecek şeyler değildi. İnsanlar sözleşip toplu saklambaç oynamaya karar vermiş olamazlardı değil mi? Ya da bir sivil itaatsizlik eylemi mi? Yok canım, bu ülkede mi?

Bomba akşama doğru tüm şiddetiyle patladı. Panik başlamıştı. Bir sürü insan ortadan yok olmuştu. Ben de panikten payıma düşeni alıp, hemen polisi aradım. Aklıma gelen tek şey buydu. Kız arkadaşımın kaybolduğunu söyleyecektim onlara. Ama kimseye ulaşamadım telefonlar kitlenmişti. Tıpkı büyük depremin sonrasında olduğu gibi…

Mesainin bitimini beklemeden çıktım işten. Kimseden izin almama gerek yoktu. Müdürüm de ortalıklarda yoktu çünkü. Karısı deli gibi onu arıyordu. Mucize eseri bulabildiğim bir taksiyle -taksi şöförünün olan bitenden hiç haberi yoktu- kız arkadaşımın evine gittim. Evinin anahtarı vardı bende. İçeri girerken seslendim. Yalnızca sessizlik yanıt verdi bana kendi meşrebince. Evde kimse yoktu. Odasına gittim yatağı bozuktu. Yatağını düzeltmeden asla evden çıkmazdı oysa. Onun saçma bulduğum bir sürü hareketinden biri. Paltosunu kontrol etmeye gittim. Paltosu yerindeydi. Bu havada paltosuz çıkamazdı dışarı. “Bu kız hangi cehennemde?” diye söylenerek, çaresizce kendi evimin yolunu tuttum.

Eve gittiğimde bir kez daha aradım bizimkileri. Ulaşabildim neyse ki. Telefonu meşgul etmemek için çok kısa kestim konuşmayı. Onun arayabileceğine dair cılız da olsa hala bir umut vardı içimde.

Telefon falan gelmedi. Beklerken bir yandan bira içiyor, bir yandan da tüm dünyayı kasıp kavuran kaybolma olaylarından söz eden haberleri dinliyordum. Yetkililer de, aynı halk gibi ne yapacaklarını şaşırmış durumdaydılar. Ordunun duruma el koymasından söz ediliyordu. Devlet yetkilileri ise kendi dertleriyle uğraşmaktan, – onların yakınları kaybolmuştu- bir şeyle ilgilenecek durumda değildiler. Geceyarısından itibaren başlamak üzere, kayıpların kimlikleri ve tam sayısı hakkında doğru bilgiyi sahip olana kadar sürecek sokağa çıkma yasağı ve resmi tatil ilan edilmişti.

Durum gerçekten berbattı. Kız arkadaşım sırra kadem basmıştı ve benim oturup beklemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu Buzdolabına gidip bir bira daha aldım. İçine biraz votka kattım. Sarhoş olabilirdim. Şimdilik elimden gelenin en iyisi buydu.

Birkaç hafta sonra panik durulur gibi oldu. Artık insanlar olanları kabullenip, sevdikleri için yasa bürünmeye başlamışlardı. Kaybolanlar içinde önemli devlet adamları, iş adamları, askerler, bilim adamları, sanatçılar ve kanun kaçakları vardı. Bu kayıpların yol açtığı karmaşayı atlatmak için, titiz ve hızlı uğraşlar veriliyordu. Akbabalar gökyüzünde daireler çizerek alçalmaya başlamışlardı bile.

Ülkelerin sayım ve saptama sonuçları resmen açıklandığında dünya üzerindeki insanları neredeyse yarısının ortadan yok olduğu ortaya çıktı. Hiçbir güvenlik teşkilatı bir ipucu bulamamıştı. Neler olduğu hakkında kimsenin bir fikri yoktu. ABD Başkanı -eski başkan yardımcısı, başkan da yok olmuştu (ama bana sorarsanız hakında çıkan suçlamalarla başı epey dertte olan eski başkan yok olmaktan şikayet edecek en son kişiydi)- tüm dünyaya hitaben yaptığı konuşmada, ‘diğer büyük güçlerle birlikte sürdürdükleri araştırmaların bir sonuç vermediğini’ açıkladı ve, ‘dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gizemiyle karşı karşıya olunduğunu’nda altını çizdi.

Günler birbiri ardına geçip gittikçe bu olayın olumsuz ve hatta olumlu yönleri daha iyi anlaşılıyordu. Zibya diktatörünün kaybolmasından kimse şikayetçi değildi. Ama Paul Koster gibi büyük bir yazarın, Fandela gibi bir liderin, Stephen Harding gibi bir bilimadamının yerleri nasıl doldurulacaktı. Tuttuğum futbol takımının 10 numarasını söylemiyorum bile. Ne büyük paralarla transfer etmiştik onu. Peki sevgilim olmadan ben ne yapacaktım. Artık her şey boş geliyordu. Yaşama amacım kalmamıştı. Neden çalışacaktım ki bundan sonra? Bir silah alıp intihar etmeyi ciddi ciddi düşünüyordum. Kendini vurmanın en iyi intihar yolu olduğuna karar vermiştim. Diğer seçenekler; yüksek bir yerden kendini atmak, trenin altına atlamak, yirmi otuz tane uyku ilacı yutmak çok daha fazla cesaret istiyordu. Silahta ise cesarete gerek yoktu. Düşünmeden yapılan bir parmak hareketi filmi koparıyordu.

Yapamadım. Öldüremedim kendimi. Acı çekerek de olsa devam ettim yaşamaya. İstifa da etmedim, tam aksine kendimi tamamen işi verdim. Çok geçmeden bu çabamın faydasını görmeye başladım. İşimde yükseliyordum, Zaten rakibim olabilecek iş arkadaşlarımın çoğu, özellikle de torpilli bir iki eleman tarih olduğundan hızlı bir yükselme oldu benim ki. İşe asılmam, acımı hafifletmiyor ama en azından sevgilim düşünmememi sağlıyordu. Bazen, nedense özellikle havanın kararmaya başladığı zamanlarda,- benim içim de kararıyordu sanki- hatırlıyordum onu. Kalbim mengeneye sokulmuş gibi sıkışıyordu. Ama yine de dayandım. Dünyadaki bütün insanların benzer acılar içinde olması güç veriyordu bana.

Tarihin en büyük olayının ardından aylar geçmişti artık. Dünyanın yaraları kabuk bağlamıştı. Ve ben her zamankilerden farksız bir sabah, eskisine oranla epey geç bir saatte ve çalar saatin sesiyle uyandım. Yine yüzümü yıkamadan giyindim. Evden çıkıp, arabama atladığım gibi (mevkiniz yükselirse, maaşınız da yükseliyor!) yola koyuldum. İnsanların büyük bir kısmı oyun dışı kalınca, nüfus şişkinliğinin yol açtığı birçok sorun gibi, trafik sorunu da epey neredeyse ortadan kalkmıştı. İşsizlik , çevre kirliği, orman yangınları sorun olmaktan çıkmıştı artık. Ülke sanki ideal nüfusuna kavuşmuştu.

İşe her zamankinden erken vardım. Asansörden çıkıp odama doğru giderken, bir şeylerin yolunda gitmediği hissi vardı içimde. Sekreterimin masasının yanından geçerken, onun işe henüz gelmediğini fark edince birden dank etti kafama. Yollar olması gerekenden çok daha tenhaydı. Çok daha tenha… Çevreme göz atınca başka birçok kimsenin de işe gelmediğini gördüm dehşetle. En az bir saat önce iş başı yapmış olmaları gerekiyordu. Beynimde alarmlar çalmaya başladı. Yoksa yine mi?

Yanılmamıştım. Bir kez daha olmuştu. Ve bu kez kaybolanlar içinde annem ve babam da vardı. Arkadaşım da kalmamıştı hiç. Yapayalnızdım. Bu sefer gerçekten bir silah edinmeye karar verdim. İşyerini terk edip silah dükkanının yolunu tuttum.

Dükkanda çıt çıkmıyordu. ‘Dükkanın sahibi de kaybolmuş’ diye düşünürken kasanın orada, yerde kanlar içinde yatan adamı gördüm. Bir elinde silah , bir elinde telefon ahizesi vardı. Ben daha adamın yanına gitme fırsatı bulamadan, bir kadın koşarak içeri girdi. Yerdeki adamı görünce çığlığı bastı. Yanına çömelip ağlamaya, dövünmeye başladı. Ben miskin miskin silahlara bakarken kadın hala ağlıyordu. Konuşmaya başladığında intihar eden adamın onun kocası olduğunu öğrendim. Ben sormadan anlatmaya başlamıştı.

“Ona evden çıkmayacağım demiştim ama markete gitmeme gerekti. O sırada telefon etmiş olmalı bana. Telefonu kimse açmayınca benim de diğerleri gibi yok oldu sandı.”

Ağlamaya devam etti. ‘Anasını s…yim böyle işin!’ dedim içimden. İçimden de olsa pek sık küfür etmem be. Ama çok saçma bir ölümdü bu. Küçük bir depremde apartman yıkılacak da altında kalacak diye panik olup üçüncü kattan aşağı atlayan ve betona çakılıp ölen bir adamla ilgili bir haber okumuştum eskiden. İşte en az o kadar saçma…  Elime gelen ilk silahı kapıp çıktım oradan.

Eve dönerken yolda bir büfeye uğradım. Bir kasa bira aldım. Büfedeki adamı şöyle bir süzdüm. Bir yandan bana vereceği para üstünü sayıyor, bir yandan da televizyondaki ucuz bir yerli komedi dizisini seyredip gülüyordu. Keyfi yerindeydi. “Kimsen kaybolmadı herhalde?” diye sordum dayanamayıp.

“Kimsem yoktu zaten benim. Ama müşterilerimin azalması kötü tabi.”

“Boşver. Büfelerin çoğu kapanmış. Herkes senden alışveriş yapar artık.”

Aptal aptal suratıma baktı. “Doğru be!” dedi sırıtarak.

Nasıl oldu bilmiyorum ama dükkandan aldığım silahı kullanamadım. Zaten kullanmaya kalksam da işimi kabzasıyla falan görmek zorunda kalacaktım. O gün dükkandan kurşun almayı unutmuşum.

Evden dışarı çok nadir çıkıyordum. İşe gitmeyi de bırakmıştım. İstifa etmeye bile gerek duymamıştım. Gitmeyi kestim yalnızca. Sanırım herkes benim gibi yapmıştı. Hiçbir şeyin garantisi yoktu artık. Yarın, öbür gün ortadan aniden yok olabilirdik. Çalışmak yerine bütün gün kitap okuyup, film seyrediyordum. Evimin biraz yakınındaki büyük bir dükkanın istediğim her filmin DVD’sini bulabiliyordum. Bir de köpek almıştım kendime. Hayvanlar yok olmuyordu.

Böyle ne kadar zaman geçirdim hiç bilmiyorum. Zaman kavramını artık iyice yitirmiştim. Yok olma olaylarının hızlanarak devam ettiğini, yayınlar durana kadar televizyondan takip etmiştim. Artık pencereden dışarı baktığımda ya da malzeme bulmak için dışarı çıktığımda – bunu pek sık yapmıyordum- tek tük insana bile rastlayamaz olmuştum. Kalan az sayıdaki kişi de benim gibi kendini eve kapatmış olmalıydı.

Film seyretmekten ve kitap okumaktan sıkıldığıma karar verdiğim bir gün güzelce traşımı olup üstüme temiz bir şeyler giydim. Dışarı çıkacaktım. Kuşlar cıvıldıyordu dışarıda. Güneşli bir gündü ama güneş kavurmuyor, yalnızca içinizi ısıtıyordu. Sokaklar sessiz, bomboş ve amaçsızdı. Şehir bu haliyle bana çok benziyordu.

“S…tir!” dedim yüksek sesle. “Bir ben mi kaldım?”

Neydim ben? Seçilmiş biri falan mı? Bir ceza mı, yoksa ödül müydü bu bana? Köpeğimle birkaç saat dolaştıktan sonra üstü açık bir jip çıktı karşıma. Yolun ortasında anahtarıyla birlikte öylece duruyordu. Hemen direksiyonun başına geçtim, köpeğim arka tarafı seçmişti kendine. Aklıma dünyanın normal olduğu zamanlarda seyrettiğim bir film geldi. Tıpkı o filmde siyahi adam gibiydim şimdi.

“Köpek,”dedim. “Bugün şanslı günümüzdeyiz.”

Hep bir cipim olmasını istemiştim. Hiç yeterli param olmamıştı cip almak için, belki de hiç olmayacaktı da. Ama işte şimdi bir cipim vardı ve onun için beş para ödememiştim. Gazı iyice kökledim. Nereye gittiğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yalnızca gidiyordum. Kendimi o kadar yalnız hissetmiyordum. Yalnızlık yalnızca insanlar arasındayken çekiliyordu belki de.

Dolaştım durdum saatlerce. Artık dünya da benden başka kimse kalmadığına emin olacaktım ki ona rastladım. Kendini benim gibi yollara vurmuş yalnız bir kadın.

Karşılaşmamız üstünden tam yedi yıl geçti. Kendimize bir çiftlik bulduk. Bir sürü hayvanımız var çiftliğimizde. Büyük bir kütüphanemiz ve tabi bir de video. Kadınımı çok seviyorum. Adem ile Havva gibiyiz. Ara sıra kendime “Mutlu muyum?” diye soruyorum. Mutlu olduğuma karar veriyorum sonra. En azından eskisinden daha mutlu.

Yok olmanın sırrını hiç çözemedim. Buna fazla da kafa yormadım zaten. Mühim olan yok olma olaylarının artık sona ermesi. Bundan sonra kimsenin yok olacağı falan………………………………..

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et