BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Hollywood’da ‘derin’ ABD’yi temsil eden ve suça karşı yeri geldiğinde suçlunun yöntemleriyle mücadele edilmesi gerektiğini savunan ve intikamcılığı körükleyen ilk filmlerle, ilerici akımların en güçlü olduğu dönemlerde karşılaşılması oldukça ilginçtir.

Dosya

Adalet türün temelidir: Sinemanın adalet savaşçıları

Hollywood’da ‘derin’ ABD’yi temsil eden ve suça karşı yeri geldiğinde suçlunun yöntemleriyle mücadele edilmesi gerektiğini savunan ve intikamcılığı körükleyen ilk filmlerle, ilerici akımların en güçlü olduğu dönemlerde karşılaşılması oldukça ilginçtir.

law_abiding_citizen_posters Çıkış noktasını “Suçluları yaratan yasalarımız, onları cezalandıran yasalarımızın yanında ne kadar çok…” deyişiyle ünlü Tucker’dan aldığı varsayılabilecek Adalet Peşinde (Law Abiding Citizen, 2009), eşi ve kızını bir çeteye kurban veren ve başlangıçta çok güvendiği adaletin bir türlü yerine gelmemesinden dolayı intikama yönelen Clyde Shelton’un öyküsünü perdeye taşıyordu.

Tuncer Çetinkaya

Son dönemde Neil Jordan’ın İçindeki Yabancı (The Brave One, 2007) ve yine aynı yıl gösterime giren James Wan imzalı Ölüm Emri (Death Sentence) filmlerinde de karşımıza çıkan ‘suçluya hakettiği dersi, gerekirse kişisel yöntemlerle verme’ temasının son halkalarından biri olan Adalet Peşinde, Hollywood’un kökenlerini özellikle 60’ların ortalarından itibaren arayabileceğimiz bir yönelimine işaret etmesi nedeniyle önemsenebilecek bir yapım.

the_brave_one02

“Amerika’yı aramak üzere yola çıkan, ancak onu hiçbir zaman bulamayan” Billy ve Wyatt’ın ufuktan silinmeye başladığı günlerdi. Bir başka deyişle, gerçekçi olan ve imkansızı isteyen kuşakların coşkulu şarkıları gecenin karanlığında yitip gitmek üzereydi.

Vietnam’da duvara toslayan Sam Amca, Watergate ile yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamadan Büyük Bunalım’dan sonraki en büyük ekonomik krizin pençesine düşmüştü. Artık 2. Savaş’ın ardından beliren görece refah toplumsal yapı tarihe karışmış, güvensizlik duygusu ortama hakim olmaya başlamıştı.

70’ler; işsizliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü, enflasyonun ve suçun hızla arttığı bir sürece işaret ediyordu.

america_1970sSon on yıl içinde toplumsal düzlemde yaşanan büyük değişimin en büyük tanığı olan yedinci sanat, özellikle 60’ların ikinci yarısından itibaren bambaşka bir çizgiye doğru evrilmişti. Savaşa ve ABD yayılmacılığına karşı büyük bir muhalefetin oluştuğu, ‘arka bahçe’den gelen devrim rüzgarlarının heyecan yarattığı bu dönem, ‘cinsel özgürlük’, ‘anti-militarizm, ‘ayrımcılığa karşı duruş’, ‘kadın hareketleri’ gibi kavramları insanlığın literatürüne -bir daha hiç çıkmazcasına- sokuyordu.

Ne var ki, ufukta beliren karanlık tablo ve ekonomik/siyasal belirsizlik, madalyonun diğer yüzünü oluşturan muhafazakar kitlelerin sistemin dışında bir ‘günah keçisi’ aramaları sonucunu da doğurmuştu. Vietnam savaşının kaybını askere gitmeyi reddeden barışçı kamuoyuna, suç oranındaki artışı azınlıklara, ahlaki çöküntüyü ise gençliğin ve kadınların özgürlük taleplerine bağlayan -ve sayıları hiç de azımsanamayacak olan- bu ‘yeni sağ’ dalga, söylemini giderek sertleştiriyordu.

Hollywood’da ‘derin’ ABD’yi temsil eden ve suça karşı yeri geldiğinde suçlunun yöntemleriyle mücadele edilmesi gerektiğini savunan ve intikamcılığı körükleyen ilk filmlerle, ilerici akımların en güçlü olduğu dönemlerde karşılaşılması oldukça ilginçtir.

1968 yılında gösterime giren Peter Yates imzalı Gangsterin Kaderi (Bullitt), polisiye/maceranın -ya da sonraki yıllardaki adıyla aksiyonun- parlak örneklerindendi. Robert Pike’ın romanından uyarlanan yapım, suça bulaşmış bir örgüte karşı tanıklık etmeyi göze alan Johnny Ross ile ona korumalık yapmak üzere seçilen kentin asi ama yetenekli bir polisin öyküsünü konu almaktaydı.

Başına buyruk bir karakter olan ve sinema literatürüne ‘hızlı yaşayıp genç ölenlerden biri’ olarak geçen Steve McQueen tarafından canlandırılan Gangsterin Kaderi, her ne kadar ardıllarının eylemlerinin yanında masum sayılsa da  kimi tepkileriyle gerçek bir öncüydü.

Artık, “Adaletin sağlanması için kanunları bir süreliğine unutabilirim” diye haykıran kanun adamlarının (!) perdeyi kaplaması an meselesiydi…

Lakabını, departmandaki tüm pis işleri üstlenmesinden alan Kirli Adam (Dirty Harry, 1971), Don Siegel ve Clint Eastwood’un 4. birlikteliklerinde yarattıkları filmdi. San Fransisco’da bir çatı katında pusuya yatan bir katilin genç bir kadını öldürmesiyle başlayan film, kendisine ‘Scorpion’ adını veren adamın, 1 milyon dolar almadığı taktirde eylemlerini sürdüreceğini açıklamasıyla hız kazanacaktı. Dedektif ‘Dirty’ Harry Callahan, Belediye Başkanı’nın ısrarına karşın fidye verilmesine karşı koyarak kanun dışı yöntemlere başvurmak pahasına röntgenci manyağı avlamaya kararlı görünmekteydi. Şüphelileri işkenceye varan yöntemlerle ‘öttüren’, amirlerine kafa tutmaktan çekinmeyen (Harry, filmin kilit anlarından birinde; kendisine zanlının da hakları olduğunu hatırlatan Savcı’ya tecavüz edilip çöp kutusuna atılan kızın haklarının savunucusu olduğunu haykırır) Kirli Harry, mutlak bireyciliğin ve Pauline Kael’in deyişiyle ‘faşizan fantezilerin’ gerçek bir temsilcisiydi.

The_French_Connection(1971) Robin Moore’un gerçek bir olaya dayanan eserinden sinemaya uyarlanan ve New York’lu iki polisin uluslararası bir uyuşturucu şebekesinin peşine düşmesini konu alan Kanunun Kuvveti (The French Connection, 1971) filminde ise Dedektif ‘Popeye’ Doyle ve iş ortağı Russo, bir tesadüf sonucu tanıdıkları Boca’nın bu trafikte paravan olarak kullanıldığının farkına varacaklardı. Bir süre sonra olayların arkasında bulunan Marsilyalı iş adamı Henri Devereuax’ın ülkeye yüklü miktarda eroini sokma hazırlığı içinde olduğu anlaşılacaktı.

Özellikle ülkedeki azınlıkları potansiyel suçlu olarak gören bakış açısıyla hatırlanan film, Callahan ile benzer bir duruşa sahip Doyle karakteriyle dikkat çekiyordu. Sert yöntemlerin adamı Doyle, finalde ortaya çıkan karamsar tablonun ardından seyirciye bu işlerin yasalarda var olan ‘saçmalıklarla’ çözülemeyeceğini haykırır gibiydi.

Mike Hodges’ın İngiltere’den, bizzat profesyonel bir katilin adaleti sağlama girişimini konu edinen Alçaklar (Get Carter, 1971) ile destek verdiği furya, aynı yıl, ‘black cinema’nın en kitlesel örneklerinden sayılabilecek Korkusuz (Shaft)’ı da içine alacaktı. Artık ‘suça karşı savaş açan beyaz adam’ siyaha boyanacak ve sistem tarafından “zenci” kardeşlerine pazarlanacaktı.

Furyanın bir başka ve belki de en etkili örneği, Brian Garfield’ın aynı adlı romanından uyarlanan 1974 yapımı Ölüm Arzusu (Death Wish)tir. gösterime girdiği günlerde fırtınalar koparmış ve içerdiği politik mesajla tartışmaların merkezine oturmuştu. Öykünün kahramanı Paul Kersey, karısı ve kızıyla birlikte mutlu bir yaşam süren başarılı bir mimardı. Hayatının akışını değiştirecek olaylar, ailesinin şehir eşkıyaları tarafından saldırıya uğramasıyla başlayacaktı. İğrenç bir tecavüz ve cinayetin ardından karısını kaybeden Kersey, bir süre sonra yerleştiği Teksas’da suçlulara cezasını elleriyle veren bir canavara dönüşecekti. Hırsını göçmenler ve siyahilerden çıkaran kahramanımız, bir süre sonra -gazetecilerin de yardımıyla- ‘halk kahramanı’ olacaktı. (“Bir silaha karşı tek rakip,senin elindeki silahtır!”)

İlk üç filmdeki ana karakterlerin kanun adamlarından seçildiği hatırlanacak olursa, Ölüm Arzusu‘nun gerçek gücü daha iyi anlaşılacaktır. Sıradan, üstelik liberal bakış açısına sahip bir adamın geçirdiği evrim, -kimi eleştirmenlerin de vurguladığı gibi rolünü şeytani bir alaycılık ve soğukkanlılıkla oynanayan Charles Bronson’un katkısı ile- sokaktaki adamın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran parlak bir sinema örneğine dönüşmüştü. (Özellikle son iki filmin gişede elde ettiği olağanüstü başarı ve yeni devam filmlerine kapı aralaması, yapımlarda altı çizilen olguların Amerikan kamuoyu ve giderek tüm dünyada nasıl sahiplenildiğine birer örnektir.)

Şiddete şiddetle yanıt vermek, bireye karşı devleti kutsamak, özgürlükçü talepleri yıkıcı unsurlar olarak görmek, azınlık ya da kadın haklarından dem vuranları bölücü yaklaşım sergilemekle suçlamak, özelliklle 80’lerin ‘yükselen değer’i olsa da, bu yazıda kısıtlı olarak ele alınan filmlerin sürece başarılı birer altyapı sağladıkları vurgulanmalıdır.

Halkaya Scorsese’nin1975 yapımı tartışmalı klasiği Taksi Şoförü (Taxi Driver, 1976) da eklenince 80’lere giden süreç, başka bir deyişle sonun başlangıcı tamamlanmış olur.

Uyku sorunu yüzünden geceleri çalışan 26 yaşındaki Vietnam gazisi Travis için insana her adım başında yeni bir şeyler öğreten New York kenti zamanla çürümenin başkenti olmuştur. Kahramanımıza göre sokaklar; esrarkeşler, eşcinseller, fahişeler ve satıcılarıyla parsellenmiştir. Vaktini porno filmler seyrederek geçiren taksi şoförü, başarısız bir ilişkinin ardından tesadüfen tanıştığı bir çocuk fahişenin yaşadığı zorluklara tanık olur. Şehri kurtarmak ve kötülüğün kökünü kurutmak iddiasıyla silahına sarılan “Taksi Şoförü”, kızın pezevenginden başlayarak toplu bir cezalandırmaya girişecek ve davranışıyla toplumdan kabul görecektir.

Yeni Sağ’ın ideologlarından Paul Schrader’ın eserinden uyarlanan film, tartışmalara Vietnam Sendromu’nu eklemiştir. Artık Rambo’nun ya da Chuck Norris’li ırkçı / faşizan filmlerin ve hatta tüm bu politikaları hayata geçirmek üzere köşede bekleyen efsanevi kovboy Ronald Reagan’ın önünde engel kalmamıştır.

. . .

Takvimler 80’i göstermek üzeredir ve Paul Eluard’ın “Asıl Adalet” adlı şiiri, yankısını yitiren bir çığlık olarak tarihteki yerini alacaktır: “İnsanlarda tek güzel kanun / suyu ışık yapmaları, / düşü gerçek yapmaları, / düşmanı kardeş yapmalarıdır.”

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et