BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

1906-1976 yılları arasında yaşayan usta yönetmen Visconti, soylu bir İtalyan ailesinin çocuğu olarak Milano’da dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarında Paris’te Jean Renoir’la tanışması, hayatının dönüm noktalarından biri olacak ve Fransız yönetmeni her daim ustası olarak kabul edecekti.

Dosya

Luchino Visconti: Olasılıkla hiç bir sosyalist, soylu dünyaları onun kadar başarıyla ortaya koyamazdı.

1906-1976 yılları arasında yaşayan usta yönetmen Visconti, soylu bir İtalyan ailesinin çocuğu olarak Milano’da dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarında Paris’te Jean Renoir’la tanışması, hayatının dönüm noktalarından biri olacak ve Fransız yönetmeni her daim ustası olarak kabul edecekti.

İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının öncü yönetmenlerinden Luchino Visconti’nin 30 yılı aşkın bir sürede özenle oluşturduğu filmografisini göz atıyoruz.

Tuncer Çetinkaya

1906-1976 yılları arasında yaşayan usta yönetmen Visconti, soylu bir İtalyan ailesinin çocuğu olarak Milano’da dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarında Paris’te Jean Renoir’la tanışması, hayatının dönüm noktalarından biri olacak ve Fransız yönetmeni her daim ustası olarak kabul edecekti. Une Partie De Campagne / Bir Kır Eğlencesi’nde (1936) yönetmen yardımcısı olarak başlayan sinema kariyeri, hayalkırıklığıyla dolu Hollywood serüveninin ardından ülkesi İtalya’ya taşındı.

1943 yılında, James M.Cain’in ünlü romanı “Postacı Kapıyı İki Kere Çalar”ından serbestçe uyarlanan Ossessione / Tutku, kısa sürede ‘belalı’ bir başyapıta dönüşecekti. Sinema tarihi açısından öyküsünden ziyade sonuçlarıyla önem taşıyan film, evli ama özellikle cinsel açıdan mutsuz bir kadının kocasını aldatmasını konu almaktaydı; ancak takvimler Mussolini ve faşistlerin Roma’yı kasıp kavurduğu bir süreci göstermekteydi ve Marksist yönetmenin bilinçli tercihinden doğan yapım, kısa süre sonra faşistleri ayaklandırmaya yetecekti. Nitekim ‘Kutsal aile’yi zedeleyen Tutku, büyük gösterilerin ve protestoların sonucunda derhal yasaklanıp, Visconti’nin tutuklanması sonucunu doğurdu. Buna karşın olan olmuş, model olarak sunulan aile yaşantısı büyük yara almıştı. Günümüzde İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin çıkış filmi olarak nitelendirilen ve faşizmin bağrında özgün bir sinema anlayışının başarılı örneklerinden olan filmde, yönetmenin getirdiği Akdenizli yorumu ve usta oyuncu Calamai’nin başarılı performansı övgüye değerdi.

Çığır açan ilk filmin ardından, Verga’nın tanınmış romanı “I Malavoglia”yı uyarlayan Visconti, değeri yıllar sonra anlaşılacak bir klasiğe daha imza atmıştı. Film, -romandakinden farklı olmak üzere- Sicilya’nın Catania bölgesinde yaşayan genç balıkçı Ntoni Valastro’nun öyküsünü konu alıyordu. Yaşamları son derece güç koşullarda geçen tüm arkadaşları gibi Ntoni de alın terini toptancılara düşük ücretle satmak zorunda bırakılmıştı. Diğer yandan Cataldo adlı bir işçinin etrafında birleşen madenciler ve toprak ağalarının yönlendirdiği mafyaya direnen köylüler için huzursuzluk artmaktaydı.

Üç bölüm olarak çekilmesi planlanan La Terra Trema / Yer Sarsılıyor, Aci Trezza köyündeki balıkçıların katkılarıyla çekilmiş ve yerel Sicilya diliyle gösterime girmişti. Yapımcıların hoşuna gitmeyen ve yarıya yakını kesilen eser, her şeye karşın sinemadaki deneysel anlayışın öncü filmleri arasında yer almıştı. Aylarca kamp kurduğu bölgede yaşayan insanların davranışlarını katıksız bir gerçeklik anlayışı ve şiirsel görüntülerle süsleyen Visconti, doğanın dilini kusursuzca ele almanın dışında, emekçi yaşamlarına -Marksist estetik ilkeler doğrultusunda- çarpıcı bir bakış atıyordu.

DVD setinde yer alan ikinci film olan Bellissima / Güzeller Güzeli, yönetmenin filmografisinde yeni bir başlangıç noktasına işaret etmesi bakımından önem taşıyordu.

Emekçilerin sınıf atlama çabalarına kendi cephesinden başkaldıran Visconti, işçi sınıfından bir ana ve kızını konu aldığı filmiyle evrensel temaları olan bir klasiğe daha imza atmıştı. Yapım, Madalena’nın küçük kızı Maria’yı bir filmin deneme çekimlerine götürmesiyle başlıyordu; ancak kız rolünü gerçekleştirmek yerine, yaşadığı gerilim nedeniyle ağlamaya başlayacak, çekimi gerçekleştiren ekibin acımasız kahkahalarına öfkelenen kadın seti terk edecekti. Bir süre sonra onun doğallığına hayran olan yapımcılar, seçmeleri Maria’nın kazandığını açıklasalar da onurlu bir kadın olan Madalena, çevresinin baskısına rağmen kızının büyülü dünyadan içeri girmesine karşı koyacaktı.

Kurtuluşun bireysel çabalarla gerçekleşemeyeceğini gözler önüne seren, acımasız bir dünyanın unutulmuş bir değeri olan ‘erdem’i öne çıkaran Güzeller Güzeli, özellikle oyuncu yönetimiyle ‘Yeni Gerçekçilik’ akımını çatlattığı iddialarıyla karşılanacak ve kıyasıya eleştirilecekti. Özellikle Vittorio De Sica’nın unutulmaz klasiklerinin yazarı olarak tanınan Zavattini’nin senaryosuyla öne çıkan filmin, usta yönetmen Blasetti’ye de kendisini canlandırma fırsatı verdiğini de hatırlatalım.

Luchino Visconti’nin geniş kesimleri kucaklayan ve sonraki dönemine dair ipuçları taşıyan filmi, 1954 yılında gösterime giren Senso / Günahkar Gönüller oldu.

En başarılı filmlerinden birinde Visconti; giyimi, operası, aristokrat davranış biçimi, züppe erkekleri ve kötü yazgılı kadınlarıyla 19. yüzyılı konu alıyordu. Boito’nun romanından uyarlanan eserde, Custoza Savaşı’nın iki tarafını oluşturan İtalyan bir kontesle, Avusturyalı subayın aşkları ekseninde anlamlı bir Aristokrasi eleştirisi sunulmaktaydı. Filmin ana karakteri Livia canından çok sevdiği, uğruna kocasına ihanet ettiği genç subay Mahler’e olan aşkı nedeniyle ülkesiyle karşı karşıya gelmişti; oysa adam sahtekarın tekiydi. Yapılan onca fedakarlığa karşın, sevgilisini aldatmaktan geri durmayacak, Livia tarafından ihbar edilince de korkunç bir felakete uğrayacaktı.

19. yüzyılın ortalarında ve Garibaldi döneminin hemen arefesinde geçen filminde değişim ve sınıfsal / ahlaki çöküş arasında paralellikler kuran Visconti, bir yandan da birey ve toplum çatışmasına değinmekteydi. İlk renkli filminde yönetmen, Valli’nin kusursuz oyunculuğu ve Bruckner’in 7. senfonisinden aldığı güçle en sevilen filmlerinden birine imza atmış ve Venedik’te ‘Altın Aslan’a uzanmıştı.

Dostoyevski’den uyarlanan Le Notti Bianche / Beyaz Geceler’i Rocco e i Suoi Fratelli (1960) takip etti. Yoksulluğun belini büktüğü bir ailenin ‘büyük umutlar’la geldiği kentteki tükenişinin öyküsünün anlatıldığı yapım, pek çok Visconti filminin aksine alt sınıftan karakterleriyle dikkat çekmekteydi. Sefaletin alıp yürüdüğü Güney İtalya’dan, gelişmekte olan Milano’ya göç eden ailede eksen olarak alınan iki kardeşten büyüğü olan Simone önce boksör olacak, sonra bir hayat kadınına tutularak ümit vaat eden geleceğini karartma pahasına suç aleminin içine dalacaktı. Küçüğü Rocco ise hayata umut dolu gözlerle bakan ancak bir türlü tutunamayan bir gençti. O da istemeden boks dünyasına girecek ve bir süre sonra da kardeşiyle karşı karşıya gelecekti. Karamsarlığın kapkara bir perde gibi indiği film, en çok yaşayan karakterleriyle dikkat çekmekteydi. Visconti’nin ilk yıllarına damgasını vuran ‘Yeni Gerçekçilik’ten izler taşıyan film, genç Delon ve Paxinou’nun oyunculuklarıyla da öne çıkmıştı.

63’te gündeme gelen ve setin son filmini oluşturan Il Gattopardo / Leopar’ın ardından, yeni bir başyapıtın belirmesi için 1970’i beklemek gerekecekti.

Visconti’nin bir kez daha çürüyen ve yok olmaya yüz tutmuş aristokrasiye ayna tutuğu başyapıtı Il Gattopardo / Leopar, onun en tanınmış eserlerinin başında yer alıyordu. Giuseppe di Lampedusa’nın romanından yola çıkılarak yaratılan eserde Garibaldi’nin kralı devirmesi ve İtalyan birliğini sağlamasına neden olan Risorgimento hareketi fon olarak kullanılmıştı. Hareketin ardından aristokrasi adına alt üst olan yaşam ve buna bağlı olarak yaşanan çöküşün, prens Fabrizio’nun gözünden anlatıldığı Leopar’da, ait olduğu sınıfın kurallarına sıkı sıkıya bağlı olan prensin, sonradan güç kazanan belediye başkanının kızıyla evlenmeye çabalayan oğluna karşı çıkmasına tanık oluyorduk.

Aristokrasi-burjuvazi çatışmasına bizzat taraf olarak ve şaşılası bir duygusallıkla bakan Visconti, özellikle balo sahnesinde yönetmenliğinin doruğuna çıkmıştı. Burt Lancaster’ın etkileyici performansıyla da hatırlanan film, Visconti’ye Cannes’da ‘Altın Palmiye’ kazandırmış, Piero Tosi imzalı kostümleri ise Oscar’a değer görülmüştü.

1970 yapımı, bir yalnızlık ve çöküş filmi olan Morte a Venezia / Venedik’te Ölüm, bir aydın ekseninde gelişen yozlaşmayı konu alan unutulmaz bir yapımdı. Filmde; yaşadığı kayıpların ve kariyerindeki beklenmedik çöküşün ardından yapayalnız bir besteci olarak kalan ünlü kompozitör Gustav von Aschenbach, tatil için geldiği Venedik’te yeni yetme bir çocuğa, Tadzio’ya aşık oluyordu. Ama ne yazık ki bu tutkulu ve sapkın aşk ömrünün son döneminde karşısına çıkmıştı. Gördüğü yakınlığa karşın çocukla bir türlü konuşamayan hatta çoğu kez bir araya dahi gelemeyen Gustav’ın son demlerindeki yaşamı, kentte kolera salgını belirmeye başladığında trajik bir hale gelecekti.

Thomas Mann’in eserinden yapılan uyarlama, ayrıntılara özen gösteren yönetmenin en başarılı karakter çözümlemelerinden birini beraberinde getirmişti. Çöküşün eşiğindeki bir adamın iç dünyasında kopan fırtınaları eşsiz Venedik fonunda yansıtan Visconti, gökyüzü ve denizi bile yarattığı hüzün ortamının belirleyici unsurlarından biri kılmayı başarmıştı. Almanya Üçlemesi’nin ikinci adımını oluşturan Venedik’te Ölüm, Bogarde’nin performansının yanı sıra, Mahler’in 3 ve 5. senfonileriyle de anlam kazanan kusursuz bir başyapıttı.

Yönetmenin tekerlekli sandalyede, 1975 yönettiği son film L’innocente / Masumlar oldu.

Filmleri bir bütün olarak incelendiğinde, Yeni Gerçekçilik ile başlayan sürecin toplumsal sorunlara daima duyarlı ve eleştirel bir bakışı bünyesinde barındırdığı görülse de, Visconti en çok soylu dünyaların tasvirinde başarılı olmuştu. Kimi zaman tarafsız bir gözlem gücünün etkisiyle gerçekliğe ulaşmayı deneyen sanatçı, Renoir’dan miras kalan şiirsel bir anlayışa da yaslanmayı ihmal etmemişti. Kahramanlarının çoğu kaybeden, bir başka deyişle tarihsel dönem ve ilişkiler bakımından asla kazanamayacak olan karakterler arasından özenle seçilmişti. Buna karşın yenilgiler, kimi zaman gecikmeli de olsa belli bir bilinç noktasına erişmeyi ve dolayısıyla yeniden var olma ümidini aşılıyordu.  Olasılıkla hiç bir sosyalist, soylu dünyaları onun kadar başarıyla ortaya koyamazdı.

FİLMOGRAFİ: Tutku (Ossessione, 1943), Zafer Günleri (Giorni Di Gloria, 1945), Yer Sarsılıyor (La Terre Trema, 1948), Güzeller Güzeli (Bellisima, 1951), Biz Kadınlar (Siamo Donne, 1953), Günahkâr Gönüller (Senso, 1954), Beyaz Geceler (Le Notti Bianche, 1957), Düşman Kardeşler (Rocco e i Sudoi Fratelli, 1960), İş (Il Lavoro, 1961), Leopar (Il Gattopardo, 1963), Sandra (Vaghe Stelle Dell’orsa, 1964), Cadıları Canlı Yakarlar (La Strega Bruciata Viva, 1966), Yabancı (Lo Straniero, 1967), Lanetliler (La Caduta Degli Dei, 1968), Venedik’te Ölüm (Morte a Venezia, 1971), Ludwig (1972), Aile Toplantısı (Gruppo Di Famigla In Un Interno, 1974), Masumlar (L’innocente, 1975)

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et