* Bu yazı, film hakkında spoiler içerir.
“Once upon a time” kalıbının dilimizdeki en doğru karşılığı “bir zamanlar”dan ziyade, zamansızlık hissini daha belirginleştiren ve masalların girişinde de kullanılan “zamanın birinde” ifadesi ve Quentin Tarantino’nun son filmi, isminin hakkını sonuna kadar veren, “zamanın birinde, Hollywood’da, Sharon Tate adında güzeller güzeli bir kadın yaşarmış” tadında bir cümleyle başlasa yadırgamayacağımız bir Hollywood masalı. Tarantino da ilk karesinden son anına dek bir an bile masal anlattığı gerçeğini unutmuyor, unutturmuyor lâkin kendisi, masal anlatacak en son kişilerden çünkü anlatıcılar, masalın yaratıcısı değil sadece aktarıcısıdır. Tuhaftır ki, Tarantino da masalın arkasındaki yaratıcıyı anonim bir aktarıcıya dönüştürmek için elinden geleni yapmış: Bir Zamanlar… Hollywood’da, hem tipik Tarantino filmi hem önceki filmlerinin hiçbirine benzemiyor. Yine, Zoë Bell dublörlükle alakalı bir rolde karşımıza çıkıyor, Michael Madsen birkaç saniyeliğine kafasını uzatıyor, Sergio Corbucci’den Antonio Margheriti’ye kadar birçok spaghetti western figürü filmin içine doluşuyor, artık çekemeyeceği nerdeyse kesinleşen Mandarin dilindeki filmini temsilen Uzak Doğu dövüş sporları geçit töreni yapıyor, sinemasal referanslar fondaki bir afişin, kıyafetin, repliğin içinde sahibini bekliyor… İçerik bildiğimiz Tarantino filmleri gibiyken biçim ise çok yabancı; epizodik anlatı yok, hikâyenin temposunu ayarlayan flashback sahneleri kararlılıktan uzak, planlar olması gerektiğinden uzun veya kısa, kameranın odağı sürekli değişiyor ve teknik anlamda yönetmenlik, kendisinden beklenmeyecek kadar acemice görünüyor… İkinci kısım kulağa kötüymüş gibi gelse de, sonuç tam tersi, içerik ile biçim birbirini kusursuzca tamamlıyor ve Hollywood’un yarım asır öncesinden kopup gelen, unutulmaya yüz tuttuğu için bölük pörçük hatırlanan bir masal, tam da olması gerektiği gibi, rüya atmosferiyle perdeye geliyor. Tüm o dağınıklık, filmin özünü enfes sarıp sarmalamış. Onuncu filmiyle emekli olacağını açıklayan ve her filminin ana oyuncusu kendisi olan Tarantino’nun, sondan bir önceki filminde kendini bu denli geriye çekmesi, hatta kendinden vazgeçmesi takdire şayan. Olgunluk bu olsa gerek.
*
Film, özellikle Amerika için, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en önemli kırılmalarının yaşandığı bir döneme konumlanıyor: Vietnam Savaşı, Nixon’ın iktidara gelişi, Bobby Kennedy ve Martin Luther King suikastleri, 68 hareketi, özgürlük arayışındaki gençler ve hippiler… Tüm bunlar yaşanırken, Hollywood ve sakinleri, Cannes’da ortalığı yıkan Godard ve Truffaut gibilerinin aksine, tabiri caizse gününü gün etmekle meşguldü, ta ki Sharon Tate cinayetine kadar. Bir Zamanlar… Hollywood’da, Hollywood için sonunda kâbusa dönüşecek rüya tadında bir dönemi, Roman Polanski– SharonTate çifti üzerinden ele alıyor. Fonda 1969 Amerika’sı ve tozpembe Los Angeles (şehir tasarımı enfes), önde çaptan düşmüş bir western aktörü olan Rick Dalton (harika oyunculuğuyla Leonardo DiCaprio) ve onun dublörü Cliff Booth (DiCaprio’dan bile iyi oynayan bir Brad Pitt) olsa da, filme şeklini veren, her şeyin etrafında kümelendiği, filmin evreni içinde karakterler üstü bir varlık edasıyla süzülen Sharon Tate oluyor. Tarantino, Tate efsanesini ele alırken, gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalıp detaylı bir tarih çalışması yapıyor fakat en kritik anda tarihi yeniden yazmaktan, masalı olması gerektiği gibi bitirmekten de imtina etmiyor. Bunu yaparken sadece Sharon Tate’i ve Hollywood’u değil, kendisini savunmak için şeytanın avukatlığına soyunmayı göze alacak kadar çok sevdiği Polanski’yi de kurtarmaya, alternatif bir tarih yaratmaya çalışıyor. Ortalarda pek görünmemesine rağmen, filme esas ruhunu veren ise Polanski ve onun gerçek yaşam öyküsünden süzülenler.
Polanski, Rosemary’nin Bebeği’nde (1968) Rosemary’i hamile bırakan Şeytan rolü için San Francisco’daki Şeytan Kilisesi’nin başındaki Anton LaVey’i oynatarak*, ki LaVey’in filme danışmanlık da yaptığı da söyleniyor, Kilise’nin dolaylı yoldan reklamını yapmıştı. Şeytan’a ve tarikatlara dair bir film olan Rosemary’nin Bebeği de başlı başına bir Kilise reklamı, aynı zamanda Kilise’nin kara propagandasıydı. O dönem, tartışmaların da etkisiyle birçok genç Kilise’ye katılmış, LaVey’in vaazlarını takip etmişti. O gençlerden biri de, kısa süre sonra Sharon Tate’i hunharca katledecek olan Susan Atkins idi… Bir şeyin sanatı yapıldığında, birileri çıkıp onu hayata çeviriyor mutlaka. Tarantino da film boyunca sanatla hayat arasındaki geçişkenliği, birbirini ne şekilde etkilediklerini irdeliyor ve Polanski üzerinden filmin içerisine yerleştiriyor. Hemen başlangıçta Sharon Tate köpeğiyle birlikte göründüğünde, Rosemary’nin Bebeği’ndeki Dr. Sapirstein’in adını taşıyan köpeğin isminin zikredileceğini biliyorsunuz, tıpkı finalde Susan Atkins’in geleceğini bildiğiniz gibi. Veya Playboy partisindeSteve McQueen, Jay Sebring’le beraber göründüğünde, katliamın yaşandığı gece Polanski’nin evine son anda gelmekten vazgeçtiği için kurtulan McQueen’in “şans” üzerine sözler sarf etmesi şaşırtıcı gelmiyor. Cliff Booth, katliamdan sonra henüz failler belli değilken Polanski’nin baş şüphelisi olan Bruce Lee’nin kıçını tekmelediğinde –“çünkü bir oda dolusu insanı elleriyle bile öldürecek güçteki tek kişi”- elimizde bir oda dolusu katili haklayacak kapasitede birinin olduğunu ve finalde ne tarz bir görev üstleneceğini tahmin edebiliyoruz. Oradan Polanski’nin bir diğer şüphelisi olan The Mamas and the Papas’ın Papa John’una geçtiğimizde California Dreamin’i duymadan, veya Polanskilerin oturduğu evin önceki sahibi Terry Melcher, TheBeachBoys‘un davulcusu DennisWilson ve CharlieManson üçgenine uğramadan (Eserlerinde kullanacağı şarkılara bu kadar önem veren biri için daha iyi fırsat olamazmış, filmin soundtrack albümü hikâyeyi müthiş tamamlıyor) salondan ayrılmayacağınız kesinleşiyor… Filmin her bir yanı örümcek ağlarıyla örülmüş gibi, birine tutunduğunuzda usulca hikâyenin kalbine doğru çekiliyorsunuz. Tarantino, hayat ile sanat arasındaki alışverişi filmin içine o kadar iyi yerleştirmiş ki şapka çıkarmamak, her bir anından keyif almamak elde değil. 90’lı yıllardaki başyapıtlarının seviyesinde olmasa da Bir Zamanlar… Hollywood’da her açıdan tatmin edici bir film.
**
Tarantino, sadece Sharon Tate’ye ağıt yakmıyor o finalde, annesi gözleri önünde alınıp toplama kampına götürülen ve bir daha dönmeyen çocuk; karısı ve doğmamış çocuğu vahşice öldürülen adam, 13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden ve cezasını çekmemek için Amerika’dan kaçan pislik herif için de “aslında hiç yaşanmaması gerekirdi bu öykü” diyor. Inglourious Basterds’ta kendisi için tarihi değiştiren ve bundan sadistçe zevk alan Tarantino, bu defa, göklerden gelen ses ve cennete açılan kapıyla tarihi başkaları için değiştiriyor, olanca mütevazılığı ve duygusallığıyla… Fakat tarihi değiştirmek, bilimkurgu filmlerinden aşina olduğumuz üzere, başka anomaliler doğurur. Tarantino’nun bu müdahalesi de, istemeden de olsa, veya isteyerek, Nixon döneminin güvenlikçi devlet politikalarının yanında hizalanmasına neden olmuş. Sharon Tate cinayeti sonradan, karşıkültür hareketinden ve muhaliflerden yana başı dertte olan muhafazakâr iktidara altın tepside sunulan bir fırsata dönüşmüş, hareket bir güzel sopalanmıştı. Çiçek Çocuklar’ın karanlık yüzünü, karşıkültür hareketinin tamamına da genellenebilecek şekilde ortaya dökmek (Tersten bakıp “Tarantino, seyircinin Manson Ailesi önkabülüyle geldiğini ve grubu o şekilde kodlayacağını varsaydığı için, karşıkültür hareketini radikallerden arındırarak iade-i itibarda bulunmuş” şeklinde okuma yapmak da mümkün tabii) ve Sharon Tate’yi savaş gazisi, karısını öldürmüş, içindeki redneck’i atamamış birine kurtartmak değiştirilen tarihin can sıkan bedeli olarak karşımıza çıkıyor.
Bitirmeden evvel eleştirilere de parantez açmak lazım. İçinde bulunduğumuz çağda, sürekli azınlıkların öyküsünü anlatan ve fahri zenci lakabı alan, Jackie Brown, Kill Bill, Death Proof gibi kadın merkezli filmler çeken biri de olsanız bir anda cinsiyetçi ve muhafazakâr biri olmakla suçlanıp sektörün azılı pislikleriyle aynı sepete atılabiliyorsunuz. Veya Bruce Lee’nin The Game of Death’teki (1978) kıyafetini Kill Bill’de Gelin’e giydirip Uzak Doğu dövüş sanatlarına sevginizi her fırsatta dile getirseniz bile Bruce Lee’nin efsanesine saygısızlıkla itham edilebiliyorsunuz. Elbette eleştirilerde haklılık payı var ama ortaya konan Sharon Tate ve Bruce Lee portreleri gerçeğe çok yakın. Dileyen hatıratlara, yazılan kitaplara, yapılan röportajlara, her ikisinin o dönemki personasına bakabilir. Hippi olarak gördüklerimiz de, hareketin tamamına genellenebilecek şekilde sunulsalar da Manson Ailesi sonuçta… Kimin üzüm yemek, kimin bağcıyı dövmek istediğini kestirmenin mümkün olmadığı bir dönemde, dileyen Tarantino’yu yerden yere vurmak için her türlü gerekçeyi bulabilir, film yeterli malzemeyi de sunuyor ama baştan sona Sharon Tate için tasarlanan, Hollywood tarihinin en trajik olaylarından birini tersine çevirmeye çalışan bir film üzerinden bağcıyı dövmek pek hakkaniyetli durmuyor.
* Birçok kaynakta geçmesine rağmen doğruluğu kanıtlanmamış bir şehir efsanesi olarak kabul etmek de mümkün.