BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Xavier Dolan film çekerek hayatın çetelesini dökmeye Hayali Aşklar ile devam ediyor. İlk filminde anne-oğul çatışmasının, cinselliğin keşfini hikayeleştirirken kameranın karşısında içindekileri döken Dolan, bu sefer aşk ve reddedilmenin evrenselliğini vurgulamak istercesine kamerasını kaderdaşlarının önüne yerleştiriyor.

Ege Görgün

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (13 Mayıs 2011)

Xavier Dolan film çekerek hayatın çetelesini dökmeye Hayali Aşklar ile devam ediyor. İlk filminde anne-oğul çatışmasının, cinselliğin keşfini hikayeleştirirken kameranın karşısında içindekileri döken Dolan, bu sefer aşk ve reddedilmenin evrenselliğini vurgulamak istercesine kamerasını kaderdaşlarının önüne yerleştiriyor.

Bu hafta vizyona giren altı adet film bilim kurgu, animasyon, korku ve drama gibi farklı türlerden sinema severlerin ilgisini bekliyor. Ancak içlerinde mutlaka seyretmemizi gerektirecek bir film göremiyoruz. Buna rağmen Annemi Öldürdüm (J’ai tué ma mère, 2009) ile uluslararası çapta ilgi çeken Xavier Dolan‘ın son filmi Hayali Aşklar, genç bir yönetmenin sinema yolculuğunu takip ederken hayal kırıklığı yaratmadığı için haftanın filmi olarak görülebilir. Herkese iyi seyirler…

Hayali Aşklar
Les Amours Imaginaires
Yönetmen: Xavier Dolan 

Senaryo: Xavier Dolan

Oyuncular: Monia Chokri, Niels Schneider, Xavier Dolan

Yapım: 2010, Kanada, 95 dk.

Xavier Dolan film çekerek hayatın çetelesini dökmeye Hayali Aşklar ile devam ediyor. İlk filminde anne-oğul çatışmasının, cinselliğin keşfini hikayeleştirirken kameranın karşısında içindekileri döken Dolan, bu sefer aşk ve reddedilmenin evrenselliğini vurgulamak istercesine kamerasını kaderdaşlarının önüne yerleştiriyor. Stilize bir yönetmenliği benimsediğinden, ilk filmde olduğu gibi bu iç döküm sahnelerinde durağanlıktan rahatsız olmuşçasına kamerasının zoomuyla oynuyor ara sıra. Bu stilizasyon güzel müzikler eşliğindeki ağır çekimler, yatak sahnelerindeki renklendirme, karakterlerin kostümleri vb unsurlarda da öne çıkıyor.

Hikayeye bakacak olursak imkansız bir aşk üçgeni görüyoruz. Marie ve eşcinsel dostu Francis arasındaki ilişki, sarı kıvırcık saçları ile Jean Cocteau’nun idealize ettiği bir figüre benzeyen Nicolas’ın (filmin bir noktasında Cocteau’nun çizimleri ile Nicolas’ın görüntüsü iç içe kurgulanarak bu durum vurgulanıyor) ortaya çıkışı ile bir rekabete dönüşüyor. Biseksüel bir cennetin anahtarını elinde tutuyora benzeyen Nicolas, üçünün de bir uzlaşı noktasında buluşmasını bekler gibi davranıyor. Aşk uzlaşı kabul etmiyor tabii.

Dolan ilk filminde olduğu gibi bir doğru yol işaret etmiyor seyirciye. İlişkilerin ızdırap veren yönlerini deşiyor, didikliyor ve nihayetinde bir kabullenme ile yoluna devam ediyor. Seyirciyi özdeşleşmeye çağıran bir sinema yapıyor. Karakterlerin ağır çekimde salınarak yürüyüşlerinde yarattığı zarafet ile bizi biseksüel hazların cezbesine davet ediyor sanki. Buna meyil göstermeyecek seyircinin ilgisini ise hayatın zorunlu durakları olan aşk ve reddedilmenin duygudaşlığı ile çekiyor. Dolayısıyla hazıra konmak isteyen sinema severle işi yok. Bir hatırlatma yapıp seyirciyi bir iç bakışa davet ediyor sadece. Hayali Aşklar’ı bu tür davetlere icabet etmekten hoşlananların seyretmesinde fayda var. Monia Chokri’nin vintage kıyafetler içinde sergilediği oyunculuk bile bu filmi seyretmek için yeterli bir sebep.

[ Deniz Akhan ]

HopYönetmen: Tim Hill

Senaryo: Cinco Paul, Ken Daurio, Brian Lynch, Mike Reiss

Orijinal seslendirme: Russell Brand, James Marsden, Kaley Cuoco, Hugh Laurie, Elizabeth Perkins, Gary Cole

Yapım: 2011, ABD, 95 dk.

Şili açıklarındaki Paskalya Adası sahillerinde denize bakar vaziyette dizili o meşhur heykellerin içinde meğer ne dünyalar gizliymiş.. Bir tabur civciv ve bir manga tavşanın bir Paskalya Tavşanı patronluğunda çalıştığı görkemli bir şekerleme fabrikası buradaki en önemli tesislerin başında gelir desem, bana hemen inanırsınız değil mi?.

Bütün yıl çalışan fabrikanın tek amacı, Paskalya sabahı erkenden dünya çocuklarına dağıtılmak üzre, içleri şeker dolu sepetler ve rengarenk boyanmış yumurtalar imâl etmektir.. (Ah şu ABD’liler! Eksiksiz bütün dünyanın, tıpkı onlar gibi her yıl bu bayramı coşkuyla kutladığından o kadar eminler ki)

Yaşlanan Paskalya Tavşanı, bu kutsal görevini bundan sonraki yıllarda genç oğlu E.B.’ye bırakmaya kararlıdır.. Gelgelelim, rock müziğe ve bateriye meraklı genç tavşanın geleceği ile ilgili düşünceleri babasından oldukça farklıdır.. Hele ki paskalya tavşanı olmanın bunlar arasında hiç yeri yoktur.. Bu konuda babasını ikna edemeyeceğini anlayan kahramanımız, ünlü bir müzisyen olmanın da hayaliyle evden kaçar ve Hollywood’a kapağı atar..

Hayallerinin peşindeki E.B. burada, yaşı on sekiz olduğu halde daha bir baltaya sap olamamış ve ‘hâlâ’ ailesinin yanında kalma ezikliği ve de miskinliği içindeki Fred (James Marsden) ile tanışır..

Sanki her bi şey gayet normalmiş gibi- rakçı ve baterist tavşan E.B.’nin konuştuğunu gören Fred şok olmuştur.. Kendisini çok severek bağlanan, lâkin yerinde duramayan bu yaramaz tavşanla uğraşmanın zorluğunu kısa süre zarfında fark eden oğlan, ondan kurtulmaya çalışırsa da bunu bir türlü beceremez..

Bu arada, E.B.’nin yokluğundaki Paskalya Adasında, paskalya tavşanlığı makamında ezelden beri gözü olan iri kıyım civciv Carlos, darbe yapmak üzre çalışmalarına hız vermiştir..

Geçen yılın başarılı animasyonlarından olan Çılgın Hırsız (Despicable Me, 2010)’ın yapımcıları, Hop‘la, gerçek oyuncuların, animasyon karakterlerle birlikte oynadığı bir aile filmine imza atmışlar..

Sonuçta, ‘Hayallerinin peşinden gitmek mühimdir, iyidir, ama senin yapman gerekenlerin ne olduğu hakkında kararını çoktan vermiş olan geride bıraktığın ailen daha da önemlidir.. Zaten -sana bir şey söyleyeyim mi- doğru olan da, onların düşünceleriyle uyumlu bi şekilde hareket etmendir.’ demeye getiren film, daha çok çocuklara hitap edecek ve onları eğlendirebilecek bir kaliteye sahip..

Ne bileyim- Noel olsa, hadi bi derece uyum sağlayabiliriz, ama Paskalya gibi oldukça alakasız bir Hıristiyan bayramını tam da odağına alan filmin, bu yüzden ayrıca değer kaybettiği de başka bir gerçek..

[ Numan Serteli ]

Kar BeyazYönetmen: Selim Güneş

Senaryo: Selim Güneş

Oyuncular: Hakan Yılmaz, Sinem İslamoğlu, Gürsan Piri Onurlu, Kaya Akkaya, Ziver Armağan Açıl, Ruhan Odabaş

Yapım: 2010, Türkiye, 82 dk.

Selim Güneş’in Sabahattin Ali’nin Ayran öyküsünden ve fotoğraf sevdasından esinlenerek çektiği Kar Beyaz ise Nuri Bilge Ceylan’ı çağrıştırıyor ister istemez.

Geleneksel sinema kalıplarına pek yüz vermeyen Kar Beyaz anlatım şekliyle deneysel sinemanın sınırlarını zorluyor biraz. Estetik kalibresi yüksek bu filmin müzikleri – bu konudaki tartışmaları görmezden gelerek konuşuyorum – tek kelimeyle olağanüstü. Filmin – final hariç – esinlendiği öykünün duygusunu başarılı şekilde seyirciye aktarabildiği için, çok serbest olsa da başarılı bir uyarlama olduğunu düşünüyorum. Ama fotoğrafa fazlaca yaslandığından olsa gerek eksik kalan sinema duygusu kendini en çok finalde belli ediyor.

Not: Sofya Film Festivali’nin ardından FIPRESCI.og için yarışma filmlerinden biri olan Kar Beyaz için oldukça ayrıntılı bir yazı kaleme aldım. Bu yazı kısa bir süre sonra Ters Ninja‘da boy gösterecek.

[ Landlord ]

Kutsal Savaşçı
Priest
Yönetmen: Scott Charles Stewart 

Senaryo: Cory Goodman, Min-Woo Hyung (manga)

Oyuncular: Paul Bettany, Cam Gigandet, Maggie Q, Karl Urban, Lily Collins, Stephen Moyer

Yapım: 2011, ABD, 87 dk.

Dünyanın yeni bir ‘kıyamet sonrası dönemi’ne daha hoş geldiniz.. Bu sefer yine ne olmuş da kıyamet kopmuş diye soracak olursanız, hemen söyleyeyim ki saçma olduğu kadar, oldukça da değişik bir nedeni vardır bunun: Vampirlerle insanlar arasında patlayan bir büyük savaş taş üstünde taş bırakmayarak, dünyayı yaşanacak bir yer olmaktan çıkarmıştır.. Taş üstünde taş kalmasa da geriye kalan bir takım ‘gövde üstünde baş’lar, hayatlarını idame ettirerek, yeni düzenlerini kurmayı başarmışlardır..

Bu büyük savaş sırasında olaya el koyan kilise kurumu, birer mükemmel savaşçı olarak yetiştirdiği muharip papazların sayesinde vampirlerin -neredeyse- soyunu tüketmişlerdir..

Sonuçta, kilisenin kurtardığı insanlar, bir nevi ‘devasa katedral’ diyebileceğimiz, tamamen din adamlarının idaresinde ve kontrolündeki şehirlerde yaşamaya mecbur kılınırken; savaştan arta kalan vampirler de bir takım yerlerde tecrit edilmişlerdir.. “Hazır bîtap yakalamışken, neden vampirlerin köküne kibrit suyu dökmemişler ki bu salaklar?” sorusuyla bana gelirseniz eğer, cevabım hazırdır: “Düşmansız devlet, vampirsiz de vampir filmi olmaz.”

Bu arada, savaş sırasında eli güçlenen priest’lerden huylanmaya başlayan kilisenin monsenyörleri, bunların yetkilerini geri alarak, onları bir nevi emekliye ayırmışlardır..

Suratlarında, alınlarından başlayarak burunlarının ucuna kadar uzanan haç dövmesiyle ayırt edilen bu kutsal savaşçılardan biri olan Priest (Paul Bettany)’in, korunaklı şehir dışında ikamet eden ağbisinin evi yağmalanmış, karısı öldürülmüş, kızı Lucy (Lily Collins)’de kaçırılmıştır.. Bunu yapanlar, bir şekilde isyana kalkışmış vampirlerdir.. Bunun haberini alan Priest’ın, intikam duygusuyla coşan savaşçı ruhuna, kilisenin cümle tanrısal kuralları, asla engel olamaz..

Kahramanımıza bu intikam yolunda eşlik edecekler: Kaçırılan güzel kızımız Lucy’nin yavuklusu da olan, Western filmlerinden buraya ışınlanmış gibi görünen şerif Hicks (Cam Gigandet) ve Priest’ın eski silah arkadaşlarından biri olan Rahibe (Maggie Q)’dir..

Güney Koreli grafik sanatçısı Min-woo Hyung‘un çizdiği, TokyoPop yayınevinden çıkan Priest adlı bir mangadan uyarlanmış bu film, pek bi yaratıcılık içermeyen senaryosuyla -sadece- bol bulamaç akan kana, parça pinçik olan gövdelere ve ziyadesiyle hareketli dövüşlere meraklı seyirciyi tatmin edebilme potansiyeli taşıyor.. Yarattığı -oldukça başarılmış- yüksek teknolojili ancak ortaçağ zihniyetli karanlık atmosfer, basit bir intikam öyküsüyle harcanmış diyebilirim..

O değil de, şerif Hicks rolündeki Cam Gigandet ne kâbiliyetsiz bir adammış yahu!

[ Numan Serteli ]

Küçük Beyaz Yalanlar
Les Petits Mouchoirs
Yönetmen: Guillaume Canet 

Senaryo: Guillaume Canet

Oyuncular: François Cluzet, Marion Cotillard, Benoît Magimel, Gilles Lellouche, Jean Dujardin, Laurent Lafitte

Yapım: 2010, Fransa, 154 dk.

Fransız sinemasının tanınmış oyuncularından Guillaume Canet’in üçüncü uzun metraj çalışması Küçük Beyaz Yalanlar, yaklaşık dört dakikalık bir plan sekansla başlıyor. Çılgın gecelerin adamı Ludo, sabaha karşı bir bardan çıkıp motosikletiyle evine dönerken  ağır bir kaza geçiriyor. Arkadaşları talihsiz adamı ziyaret ettikten sonra önceden planladıkları tatile gitmekte beis görmüyorlar. Ölümün gölgesini bile silen güneş, ruhsal gelgitler ve kişilik çatışmaları içinde bu modern küçük burjuvaların kendileriyle yüzleşmesine gidecek bir süreci de aydınlatıyor.

Kalabalık bir karakter topluluğu içermesine rağmen her birine titizlikle eğilen bir film var karşımızda. Bunun sonucu olarak 154 dakika gibi uzun bir süreye yayılıyor. Ama her karakterin boğum boğum olmuş ruhlarının ilmikleri çözülürken akıcılıkta bir sorun yaşamıyor. Vincent’ın eski dostu ve ev sahibi Max’a duyduğu cinsellik içermeyen (o da nasıl oluyorsa) aşkı komedi unsuru haline getirmemek gibi bir erdeme de sahip. Ancak filmin finaline vardığımızda yüzümüze çarpılan, hayatın bilindik gerçekliği ve benlik yabancılaşması bizde bir “aydınlanma” yaratmıyor.

Hayattan bir kesit seyretmekten sıkılmayacak seyirci kurgusu ve oyunculuğu ile bu filmden zevk alabilir. Bir filmden hayata daha derin bir imza atmasını bekleyen seçici seyirci ise ustalıklı unsurlarına rağmen bu filmi pas geçebilir.

[ Deniz Akhan ]

Lanetli Miras
La herencia Valdemar
Yönetmen: José Luis Alemán 

Senaryo: José Luis Alemán

Oyuncular: Daniele Liotti, Óscar Jaenada, Laia Marull, Silvia Abascal

Yapım: 2010, İspanya, 104 dk.

Bilindik bir lanetli ev kalıbıyla başlıyor Lanetli Miras. Açık arttırmaya çıkacak Valdemar malikanesini değerleyen eksper ortadan kaybolunca emlak şirketi değerli antikalar keşfedip el altından satmak için kaçtığını düşünüyor. Meslektaşının portföyüne göz diken Luisa, yarım kalan işi tamamlamak üzere haritalarda bile unutulmuş malikaneye gittiğinde korkunç bir yaratığın varlığına şahit oluyor. Malikanenin garip bahçıvanı ve ondan daha da garip arkadaşı tarafından kurtarılan Luisa fırtınanın ve kurtarıcılarının engellemesi nedeniyle kimseye bilgi veremeyince olayın bir skandala doğru gittiğini düşünen şirket araştırma yapması için özel bir dedektif kiralıyor.

Bilindik bir kalıpla başlayan filmin sıra dışılığı bu noktada başlıyor. Normalde önce evdeki şeytaniliğin varlığından habersiz ziyaretçilerin korkunç olaylarla tanışmasını seyrederiz. Sonra evin ve önceki sahiplerinin hikayesi, yani lanetin sebebi yavaş yavaş su yüzüne çıkar. Ardından kahramanların yaşam mücadelesinin yarattığı heyecana boğuluruz. Ancak Lanetli Ev hikayenin sadece birinci bölümü. Çocuk sahibi olamayan, bunun yerine yetimleri gözetmeyi tercih eden Valdemar çiftinin talihsiz kaderini anlatıyor. Yani dedektifin trende Valdemar Vakfı’nın başkanından dinlediği uzun bir flashback sadece. Asıl aksiyon devam filmi La herencia Valdemar II: La sombra prohibida’da başlıyor. Bu nedenle çoğu seyirci iki filmi arka arkaya seyretmeyi tercih edecektir.

Hikayenin kendisine baktığımızda H. P. Lovecraft’ın Ctulthu Mitosu’nun bir çeşitlemesi olduğunu görüyoruz. Belle Gunness ve Bram Stoker’ın da katıldığı bir ayini yöneten Aleister Crowley’in kimi uyandırdığı, Lovecraft’ın eserlerini okumuş olanlar için malum. Ancak henüz hikayesine sadece bir giriş yapmasına rağmen, Roger Corman’ın Poe uyarlamalarının tadına bile ulaşamamış vasat bir yapım var karşımızda. Devam filminde Ctulthu’yu ve Lovecraft’ı konuk edecek olması bir heyecan yaratmıyor.

Film hakkında bir diğer ilginç bilgi, İspanya tarihinde devlet desteği almayan ilk film olması (tabii bu sadece geniş dağıtımlı filmler içn geçerli olsa gerek). Sinan Çetin’in de son filminde bu özelliği vurguladığını hatırlayınca “Devlet şart,” diyesi geliyor insanın.

[ Deniz Akhan ]

[poll id=”150″]

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et