BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Olağan Mevzular

Elveda Serpico… Elveda Lumet…

Devlete ve onu simgeleyen kanunlara sorgulamaksızın tapınmamızı öğütleyen filmler, sinemanın klasik dönemlerinde, sözgelimi 40’lı ve 50’li yıllarda en çok westernler aracılığıyla seyirciye ulaşıyordu. Türün doruk noktasını oluşturan bu yapımlar, çoğunlukla 2. Dünya Savaşı sırasında ya da Soğuk Savaş döneminde gündeme gelmişler ve farklı biçimde söylemeyi denersek; devlet / sistem / yasa eleştirisine tahammülü olmayan süreçleri simgeler niteliğe bürünmüşlerdi.

Tuncer Çetinkaya

Rivayet olunur ki, bu yönelimin dışına çıkan ender filmlerden High Noon (Kahraman Şerif, 1952) gösterime girdiği günlerde; John Ford, Howard Hawks, John Wayne, Ronald Reagan gibi isimlerin eşlik ettiği ‘derin’ Amerikan romantik korosunun (!) tepkisiyle karşılaşmıştı. Şerif Will Kane’in, gerçek bir güç sembolü olan yıldızını tepkisiz yığınların suratına fırlatıp gitmesinin hemen ardından –Rio Bravo filmi için- kasabaya koşan John T. Chance (John Wayne); birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunun en güzel örneklerini sergileyecek ve hainlere hakettiği dersi verecekti: Düzen böyle korunur, yasalara “öyle değil, böyle” sahip çıkılırdı işte!

Kara filmlerin güven vermeyen çıkmaz sokakları ve birkaç istisna sayılmazsa, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir on yılın özetiydi bütün bunlar, neredeyse bütün 50’lerin… Öfkelerinin kaynağından habersiz “asi” gençler, Monroe’yla özdeşleşen “yeni” kadın, Cecil B. De Mille’in gerici epikleri, John Ford’un henüz başlayan günah çıkarma eylemleri, paranoya filmleri vs.vs. Hepsi aynı bütünün parçaları gibiydiler.

Tam da o sıralarda ortaya çıkan ve büyük bir hızla yaygınlaşan televizyonlar, ilerlemenin durağanlaştığı bir dönemde, sinemanın alternatifi olarak gündeme geliyordu. Bu dönemde, aralarında Arhur Penn, Sam Peckinpah, Martin Ritt, John Frakenheimer ve Sidney Lumet gibi, yakın geleceğin yaratıcı yönetmenleri arasında yer alacak bir dizi sanatçı, çarpıcı uyarlamaları ve başarılı TV dizileriyle “stajyerlik evresini” tamamlamaya yönelmişlerdi.

Hollywood’un gişede ve sanatsal düzlemde giderek kan kaybetmesi ve bir dönemin ‘burnundan kıl aldırmayan’ dev stüdyolarının iflasın eşiğine gelmeleri, yeni yönetmenler kuşağının şansı anlamına geliyordu ve kuşkusuz, sözü edilen önemli isimler de fırsatı değerlendirmeyi başaracaktı.

Ve sonra 60’ların karşı kültür hareketi, 70’li yılların “çarpışma alanı”na zemin sağladı.

Özellikle 68 hareketiyle doruk noktasına ulaşacak özgürlükçü söylem, bir yandan Vietnam genelinde, emperyalizmle savaşan tüm üçüncü dünya ülkelerine selam gönderirken, diğer yandan da Soğuk Savaş eleştirisi, siyah hareketi, kadın özgürlüğü ve gençlik sorunları çerçevesinde bambaşka bir dünyanın hayalini mümkün kılmaya çakışıyordu. Kennedy’nin iktidara gelişiyle yeni bir dönemin kapıları açılırken, derin devlet imzalı suikastlar, devletle toplum arasındaki uçurumu derinleştirecekti.

70’ler kapıda belirdiğinde, metropollerde günden güne artan suç oranları, gelir dağılımındaki dengesizlik, Asya’da çamura saplanan bir kuşak ve bütün bu olup bitenleri görkemli bir finale ulaştıran Watergate Skandalı, yüzlerce yıldır kutsanan devletin tabutuna son çiviyi çakacak gibi görünüyordu.

Beklenen olmadı ve dünün özgürlükçü muhalefeti, kısa sürede korku ve paranoya ortamına teslim olup yayılmacı devletin “Yeni Sağ” politikalarla yeniden kuramsallaşması sürecine yenik düştü. Bu dönemdeki kimi filmler, 60’ların düşleriyle 80 karanlığı arasında bir yerde, böylesi bir idolojik karmaşa ortamının en canlı tanıkları olarak tarihteki yerini aldılar.

Onların başında da Serpico geliyordu!

Suçla kuşatılmış sokakları “kendi yöntemiyle” temizlemeye kararlı kanun adamlarının, yeni Chance’lerin cirit attığı bir ortamda; Kirli Harry’lerin, Popeye Doyle’ların ya da intikam arzusuyla yanıp tutuşarak, azınlıklara ve göçmenlere “bana, elimde bir silah olsaydı böyle bakamazdın ahbap!” diye haykıran Kersey’lerin dünyasına dair ne varsa, hepsinin karşısında bir kanun adamıydı Serpico!

New York’un suç örgütleriyle birlikte anılır olduğu 70’li yılların bir belgeseli olarak da nitelendirilebilecek filmde, polislik görevine henüz başlamış olan genç Frank Serpico’nun gerçek öyküsünü masaya yatıran Sidney Lumet, yalnızca yukarıdaki kahramanların arzuladığı hayatın anti-tezini sunmakla kalmıyordu kısacası. Kentin polis teşkilatına adım attığı ilk günlerden itibaren idealist tavırlarıyla dikkat çeken kahramanımız, pek çok arkadaşının aksine kirli adamlara yanaşmamaktaydı. Neredeyse New York’un en büyük suç örgütü haline gelen ve tüm kirli işlerin altında parmağı bulunan teşkilat, rüşvetle beslenen dev bir canavara dönüşmüştü. Sorun; çarklara yanaşmamakta ısrar eden ve bu tavırlarıyla rahatsızlık yaratmaya başlayan Frank Serpico’nun bireysel karşı koyuşuyla çözülmekten çok uzaktı ve sıradan bir polis memurunun, oyunu “kuralına göre” oynamadan yaşaması neredeyse imkansızdı.

İçinde sistem eleştirisi bulunan bir çok filmin arkaplanında yer alan ve tüm kirlilikleri ortaya çıkararak mevcut durumu “aklayan” gizli elden yoksun olması nedeniyle, bir çok -sözde- politik yapımdan ayrılan Serpico, özellikle Watergate ile somutlanan ABD sisteminin tüm çürümüşlüğünü gözler önüne seriyordu. Tasvirin “çıkışsızlık” ortamına vurgu yapması, her ne kadar geniş yığınların umutsuzluk içine düşmesine katkı sağlama gibi bir okumayı gündeme getirse de, öngörü, son tahlilde gerçekliğin dışavurumuna kapı aralamaktaydı.

Frank Serpico, gerek hayatın bizzat içinde, gerek de bir kaç yıl sonra varlığını pekiştirecek olan Travis’lerin, John Rambo’ların temsil ettiği sinemasal yaşamda kaybetmeye mahkumdu. İlişkileri, kendisini yakın hissettiği sosyal ortam ya da dürüst tavırları, yeni dünya düzeni sınırlarında, bir “kahraman” olarak nitelendirilmesine olanak tanımıyor, sadece aklını yitirmiş Don Kişot’un saflarında yer tutmasını olanaklı kılıyordu.

Varolmasının dahi sakıncalı olduğu bir ortamda, ölümü kaçınılmazdı. Tıpkı yaratıcısı Sidney Lumet gibi!

Yine de ait olmayı reddettikleri bir dünyanın tasvirini acımasız ve çırılçıplak bir bakışla yansıtmaları, hayatlarını boşuna yaşamadıklarını fısıldıyor insana. Bazen “bu bile çok şeydir” diye mırıldanıyor insan kendi kendine bu yüzden. Ve son bir veda etmeden geçmiyor, geçemiyor onlara:

“Elveda Serpico… Elveda Lumet…”

Serpico 

Yönetmen: Sidney Lumet

Senaryo: Waldo Salt, Norman Wexler, Peter Maas (kitap)

Oyuncular: Al Pacino, John Randolph, Jack Kehoe, Biff McGuire, Barbara Eda-Young

Yapım: 1973, ABD / İtalya, 130 dk.

İlginizi çekebilir...

Basın Bülteni

61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali dopdolu programıyla sürerken film ekipleri de gösterim sonrası seyirciyle buluşup soruları cevaplamaya başladı.

Basın Bülteni

12 Ekim’e kadar sürecek sinema coşkusu başladı. Festival, coşku dolu bir açılış töreniyle sinemaseverleri ve Antalyalılar’ı selamladı. “Hikâyemiz Birlikte” diyen festival; bir hafta boyunca...

Basın Bülteni

61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali özlenen manzarayı tekrar yaşatmaya başladı; festivalin ilk gününde filmler beyazperdeye yansırken salonları dolduran seyirciler, film ekipleriyle de...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et