BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediğim biri varsa o da Jorge Luis Borges'tir. Tabii ki iyi bir yazar, ama dünya iyi yazarlarla dolu. Zaten iyi bir yazar diye kimseye saygı gösteremem. Başka nitelikler de gerekli. Altmış yıl önce bir iki kez karşılaştığım Jorge Luis Borges bana oldukça kasıntı ve pek kendini beğenmiş görünmüştü. Her sözünden bilgiçlik akardı

Bana Onun Portre-sini Getirin

Luis Bunuel: Son nefesinde “Yaşasın, dostluk!” demişti

Dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediğim biri varsa o da Jorge Luis Borges’tir. Tabii ki iyi bir yazar, ama dünya iyi yazarlarla dolu. Zaten iyi bir yazar diye kimseye saygı gösteremem. Başka nitelikler de gerekli. Altmış yıl önce bir iki kez karşılaştığım Jorge Luis Borges bana oldukça kasıntı ve pek kendini beğenmiş görünmüştü. Her sözünden bilgiçlik akardı

“Bunuel’deki şiddet bir arınmadır. Onda sapkınlığın damlası bile yoktur. Onun bedduaları, Katolik kilisesinin ilahilerinden daha temizdir. Hiçbir şey onu kandıramaz, sanatın yapay cilveleri bile … Onu alıp çarmıha gerebilirler, yakabilirler. Oysa o insanın insana duyabileceği en büyük minnet duygusuna layıktır.”
Henry Miller

 Ege Görgün (Landlord)


“Politik sinema beni ilgilendirmiyor. Hiçbir zaman halka verecek bir mesajım olmadı, neyin nasıl yapılması gerektiğini göstermeye asla kalkmadım. Zaten seyirci bana vız gelir. Yaptığım her şeyi kendim için, dostlarım için, dostlarımın dostları için yaparım. Bu nedenle de filmimin kime sesleneceği, kime seslendiğini ne önceden, ne de sonradan bilmem.”

Bunuel’in kendi ağzından dökülen bu cümleler onu sıradan yönetmenlerden ayıran anarşist ruhunun göstergesi. Bunuel’in bu cümleler aracılığıyla gözler önüne serilen bir diğer özelliği ise, dostlarına olan bağlılığı. İşte bu bağlılık, son nefesini vermesine kısa bir süre kala onun, “Kahrolsun aşk! Yaşasın dostluk!” diye mırıldanmasına yol açıyordu.

Kural tanımayan bu anarşist ruhu ölene kadar muhafaza edip ehlileşmesine izin vermeyen Luis Bunuel 1900 yılında İspanya’nın kuzeydoğusunda yer alan Calanda’da doğdu. Toprak sahibi ailesi oldukça varlıklıydı. Hayatı boyunca burjuva kurumlarına başkaldıran Bunuel’in bir burjuva ailede yetişmesi ilginç bir tezat oluşturacaktı.

On kardeşin en büyüğü olan Bunuel, Saragossa’da bir Cizvit okulunda okuduktan sorıra, 17 yaşında psikoloji ve edebiyat öğrenimi için Madrid Üniversitesi’ne girdi. Bunuel’iin en az kendisi kadar ünlü, en az kendisi kadar karizmatik dostları Salvador Dali ve Federico Garcia Lorca ile tanışması üniversite yıllarına rastlar. İspanyol edebiyatıyla yoğrulan Bunuel, daha sorıra Paris’te devam ettiği öğrenimi sırasında gerçeküstücülerle (sürrealist) tanıştı ve sinema alanında bu topluluğun en iyi temsilcisi oldu.

Bunuel’in kariyeri, senaryosunu Salvador Dali’yle birlikte yazdığı iki kısa filmle başladı. Çok şaşaalı bir başlangıç oldu bu. Filmler izleyiciler üstünde öyle bir şok etkisi yarattı ki, Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) ve Altın Çağ‘ın (L’age D’or) gösterimi hemen yasaklandı.

“Endülüs Köpeği”, seyirciyi şok edecek görüntüler zincirinden oluşuyordu. Usturayla ikiye ayrılan bir göz, üzeri karınca kaynayan bir insan eli, büyük bir piyanonun üstünde duran ölü bir eşek ve bir trafik kazasına tanık olduktan sonra içgüdüleri tarafından sevişmeye zorlanan bir çift.

Altın Çağ’da ise, Bunuel sonraki sanat yaşamında da sık sık ele aldığı konuları işledi. Dini sömüren kiliseye ve papazlara alaylı bir dille sert eleştiriler getiriyordu bu filmiyle.

”Alışılmış değerlere, geleneksel düşlere, duygusallığa, toplumun tüm ahlaksal pisliğine karşıyım. Burjuva ahlakı benim için ahlak dışıdır; çünkü adaletsiz kurumlara dayalıdır. Din, ahlak, yapay ve ikiyüzlü bir ahlak … ” diye açıklıyor bu yaklaşımının gerekçesini Bunuel.

Altın Çağ’da Freudyen semboller ve sinema için yeni sayılabilecek teknikler göze çarpar. Oyuncuların düşüncelerinin seyirciye dinletilmesi, diyalogların üst üste yığılması, müziğin bir ironi aracı olarak kullanılması gibi. Bunuel Altın Çağ’da olduğu gibi diğer filmlerinde de entelektüellerin çözebilmek için saçlarını ağarttığı simgelere bolca yer verdi:

“Filmlerimde simgelere çok rastlanıyorsa, bunu bilinçli olarak değil içgüdüsel olarak yaptığımı bilin. Hayır, hayır ben bir eııtelektüel değilim. Filmlerimde hangi görüııtünün neyi simgelediğini gelip bana anlatmaya çalışan eııtelektüellerden de nefret ederim. Buna boşverin beyler, yemekteıı içmekten söz edelim daha iyi.”

Bunuel’in din kurumlarına bakış açısı belli. Buradan onun dine ve Tarırı’ya da aynı şekilde düşmanca baktığı sonucunu çıkarabilir miyiz peki?

Bu sorunun yanıtını onun ağzından dinleyelim.

“Dine karşı kesin bir tavrım yok. Dinin içinde büyüdüm. Şöyle diyebilirim belki; Tanrı sayesinde Tanrı-tanımazım ben … Tanrı’yı insanlarda aramak gerektiğine inanıyorum, bu da çok yalın bir tanrıdır sanırım. “

Eğer gerçeküstücülük burujuva toplumlarının düzenine sanatsal planda oluşan en ilginç karşı tutumlardan biriyse, Bunuel karşı çıkışı her filminde sürdürür:

“Gerçeküstücülük bana yaşamda, insanın almaya gücünü yetmediği ahlaki bir yön olduğunu öğretti. İnsanların özgür olmadıklarını bu sayede öğrendim. Mutlak özgürlüğe inanıyordum, oysa gerçeküstücülükte izlenmesi gereken bir sürü kural gördüm. Bu, yaşamımda önemli bir şiirsel adımdı. ”

Bunuel belki de bu yüzden, belki de üçüncü filmi olan “Ekmeksiz Topraklar”dan (Los Hurdes) sonra bir süre yönetmenliğe ara verdi ve Chaplin‘in aracılığıyla Amerika’ya gidip New York Sanat Müzesi Sinema Bölümü’nün başına geçti. Ama eski dostu Salvador Dali’nin bir kitabında kendisine iftira etmesi sonucu, “komünist” olduğu gerekçesiyle işinden atıldı. Yine de Bunuel, Dali’nin dehasına duyduğu saygıyı her fırsatta dile getirmeyi sürdürdü.

Hollywood’tan gelen cazip teklifleri de geri çeviren Bunuel, Meksikalı bir yapımcı olan Oscar Danzigers‘in daveti üzerine Amerika’yı terk edip ikinci vatanım diyeceği Meksika’ya gitti. Bıınuel Avrupa’ya dönmeden önce burada 20 film (ki bu filmler içinde Cannes’de Grand Prix’i kazanmasını sağlayan Unutulmuşlar (Los Olvidados) da vardı yaptı. Bu filmleri ve daha sonra Fransa ve İspanya’da çevirdiği diğer filmler Bunuel’in dünyanın önde gelen yönetmenlerinden biri olarak kabul edilmesini sağladı. Ama o ilk iki filminin
dışındaki filmleri hakkındaki düşüncelerini, “Hepsi yakılsa, bunda hiçbir sakınca görmem” diye ifade etti. Ülkemizde televizyonda defalarca gösterildiği için en bilinen filmidir Gündüz Güzeli. Bunuel bu fılmle Venedik’te Altın Aslan ödülünü kazandı.

Bunuel, hayatının son yıllarını 1983’te ölene kadar köpeği Tristanita ve karısıyla birlikte Meksika’da küçük evinde geçirdi. Burada Fransız senarist ]ean-Claude Caniere‘yle birlikte anılan, duygu ve düşüncelerini Son Nefesim (Afa Yayınları) adlı kitapta topladı. İşte Son Nefesim‘dekarşımıza çıkan bzı Bunuel aforizmaları.

“Yetmiş beş yaşıma kadar yaşlılıktan hiç nefret etmedim. Hatta bunda bir çeşit hoşnutluk ve yepyeni bir sükunet buldum. Cinsel istek ve diğer tüm isteklerin yok oluşunu, bir kurtuluş olarak görüyordum.”-

 

• Ölüm hiç korkutmuyor Bunuel’i. Korkutmuyor, ama üzüyor...

“Bir üzüntüm var,’ neler olup bittiğini artık bilememek! Sürekli değişen bir dünyadan koparılıp alınmak! Sanki bir dizinin orta yerinden koparılıp alınır gibi. Öyle sanıyorum ki, ölüm sonrasına duyulan bir merak, eskiden pek yoktu. Veya hiç değişim göstermeyen bir dünyada daha az rastlanıyordu. Bir itirazım olacak; kitle iletişim araçlarına duyduğum nefrete rağmen, her on yılda bir, ölüler dünyasında uyanabilmeyi, bir gazete bayiine kadar yürüyebilmeyi ve bir iki gazete almayı isterdim. Başka bir şey dilemezdim. Kolumun altında gazetelerim, soluk benzimle, duvarların dibinden usulca geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felaket haberlerini okur, sonra da, mutlu bir şekilde, güven verici sığınağımda yeniden uykuya dalardım.”

• Çoğu kimsenin taparcasına sevdiği Borges hakkında da bir şeyler söylemeden geçememiş Bunuel…

“Dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediğim biri varsa o da Jorge Luis Borges‘tir. Tabii ki iyi bir yazar, ama dünya iyi yazarlarla dolu. Zaten iyi bir yazar diye kimseye saygı gösteremem. Başka nitelikler de gerekli. Altmış yıl önce bir  iki kez karşılaştığım Jorge Luis Borges bana oldukça kasıntı ve pek kendini beğenmiş görünmüştü. Her sözünden bilgiçlik akardı. (buna İspanyolcada sienta catedra denir) Ne bazı sözlerindeki gerici tavrı beğenmişimdir, ne de İspanya”yı hor görüşünü. Çoğu kör gibi onun da ağzı iyi laf yapardı. Gazetecilerle konuşmalarında durup durup Nobel ödülünden söz ederdi. Ödülden başka bir şey düşünmediği buradan belliydi.”

• Dünyanın geleceği konusunda pek iyimser değildi Bunuel…

”Evet, karmasayı ve çelişkiyi sevdiğimi söylemiştim. Ama yine de yaşadığım zamanın içinde kendimi rahat hissetmiyorum. Ortaçağı seviyorum. İnsanın kendi kendiyle bambaşka ilişkileri vardı o zaman. 1900’leri de seviyorum. Her şey çok daha belirgindi. Kimin sağcı, kimin solcu olduğu. İdeoloji ve ahlak açısından sonsuz bir denge içindeydi dünya. Bugün ise her şeye, her yere karmaşa hakim. 10 yıl sonra ise dünyanın felaketi olacak. ”

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et