Geçtiğimiz Ekim ayı futbol tarihinin en başarılı kitap lansmanlarından birisine sahne oldu. Ada ve dünya futbolunun en başarılı isimlerinden, 26 yıldır sürdürdüğü Manchester United teknik direktörlüğünden Mayıs ayında emekli olan Sir Alex Ferguson’ın ikinci özyaşam öyküsü 22 Ekim günü basına tanıtıldı ve bir haftayı aşkın bir süre spor kamuoyunu meşgul etmeyi başardı.
Bora İşyar
Bir teknik direktörün ortalama 3 yıl görev başında kalabildiği bir ligde 26 yıl aynı takımda görev yapan Ferguson bir kez daha inanılmazı başarmış, gündemi saat başı değişen İngiliz spor medyasını bir haftadan uzun süre kendisine tutsak etmişti. Kitapta yazdıklarına (daha doğrusu Daily Telegraph’tan Paul Hayward’a ‘yazdırdıklarına’) bakınca Ferguson’ın amacının tam da bu olduğunu söyleyebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, Glasgow’daki günlerinden problem yaşadığı oyunculara, kendisine rakip gördüğü teknik adamlardan takım psikolojisi yaratma yollarına bir çok konuda görüşlerini okuyucuları ile paylaşan Ferguson 350 sayfa boyunca sansasyon yaratacağına şüphe olmayan cümleleri ardı ardına sıralıyor. Anlattığı onlarca hikayenin, öne sürdüğü fikirlerin ve hatta duyduğu pişmanlıkların arka planında ise haklılığından, kendinden ve yöntemlerinden asla şüphe duymayan ve otoriterliğinin meşruluğunu sorgulatmayan bir tiran olarak duran Sir Alex Ferguson çıkıyor karşımıza.
Glasgow gönleri ile başlayalım… Ferguson’ın hikayesinde göze ilk batan şey çocukluğunun ve gençliğinin hayli zor koşullarda bir yaşam süren işçi sınıfına ve bu sınıfın yaşam ilkelerine duyduğu hayranlık. Çalışkanlık, dürüstlük, ve kendini ezdirmemek. Ferguson’ın gençlik günlerini anlattığı sayfalarda bu özelliklere sahip olduğu için kendisiye ne kadar gurur duyduğunu kolayca görüyoruz. 1974-1978 yılları arasında St. Mirren’ı çalıştırırken mali zorluklar ile karşılaşmamak için iki tane bar işletmeye devam etmesi ve her sabah 6:30’da işbaşı yapıp geceyarılarına kadar şikayet etmeden çalışmaya devam etmesi; karşılaştığı her türlü zorluğa rağmen dürüstlükten ödün vermemesi ve verenlerle olan ilişkilerini her ne pahasına olursa olsun bitirmesi; ve belki de en önemlisi, karşısındaki ister çalıştığı futbol klubünün zengin yöneticisi olsun ister bir ayda milyonlarca sterlin kazanan ve taraftarın sevgilisi olan genç bir futbolcu, ister yazdıkları milyonlar tarafından okunan bir gazeteci olsun, ister her hafta futbolcu ve teknik adamlara cezalar yağdıran federasyonun başındaki bir aristokrat, Ferguson’ın en gurur duyduğu özelliği kendisini ezdirmemesi ve doğru olduğuna inandıklarını – dürüst olmak gerekirse kendi doğrularını – savunmaktan asla ve asla geri adım atmaması. Belki de bu kitabın en ilginç özelliklerinden birisi de çalışkanlık ve dürüstlüğün öne çıktığı hikayelerin ilerleyen sayfalarda neredeyse tamamen yokolup, kendini asla ezdirmeyen Ferguson’ın ve onun doğrularının sahnesi haline gelmesi. Kendini ezdirmemek ile kendi doğruları adına başkalarını ezmek arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu (ve hatta çoğu zaman böyle bir çizginin olmadığını) Ferguson’ın oyuncuları ve rakip teknik adamlarla kurduğu ilişkilerde gözlemlemek mümkün.
Ferguson kitabında 6 oyuncusuna (David Beckham, Rio Ferdinand, Cristiano Ronaldo, Roy Keane, Ruud van Nistelrooy ve Wayne Rooney) ve bir de ’92 sınıfı diye anılan jenerasyona (özellikle Paul Scholes, Ryan Giggs, Nicky Butt) özel bölümler ayırmış. Scholes, Giggs, Butt ve Ferdinand belli ki Ferguson’ın gözünde çok özel yerlere sahipler. Disiplinleri, futboldan başka hiçbir şey ile ilgilenmemeleri, kendilerine olan güvenleri ve asla ama asla Ferguson’ın sözünden çıkmamaları ve ‘büyük patronu’ sorgulamamaları Ferguson için bu futbolcuları özel yapıyor. Aslında ne Giggs ne de Scholes yorumları futbolseveleri şaşırtacak yorumlar değil. Giggs’in 39 Fergie yönetiminde 39 yaşına kadar hem de Manchester United gibi bir ekipte oynadığı kilit rol ve Scholes’un yaratıcılık sorunu çeken ekibin tek çaresi olarak emeklilikten geri döndürülmesi Ferguson’ın bu iki oyuncu ile ilgili düşüncelerini ortaya koyuyor. Zaten bir noktada Ferguson da ‘Giggs ve Scholes iyi ve zeki futbolcular olmanın yanısıra United ruhunu anlayan ve ona göre yaşayan insanlar’ ve bu yüzden de onlar için United’da herşey yolunda gitti diyor.
Bu sebepten dolayı Butt’ın bu iki isimle birlikte anılması biraz şaşırtıcı ancak Ferguson’ın Butt hakkındaki yorumlarını okuyunca neden 2004’te Manchester’dan ayrılan oyuncunun bu kadar özel bir yere sahip olduğunu anlayabiliyoruz: ‘Bir aslan kadar cesur, asla mücadeleden kaçmayacak bir insan’. O kadar cesur ki, zamanı geldiğinde Ferguson’a neden oynamadığını direkt soran ve fakat tam da Fergie’nin istediği gibi aldığı cevabı (‘Çünkü Scholes ve Keane senden iyiler’) ne kadar sert olursa olsun kabul edip patronun yanlış olduğunu düşünmeyen bir isim: ‘Butt benim ona verdiğim açıklamaları her zaman kabul eder ve ona göre davranırdı’. Yani, sahada bir aslan, ancak Ferguson’ın odasında uysal bir kedi.
Ferdinand da Ferguson’un gözüne söz dinleyerek girmeyi başarmış. Teknik adam Ferdinand’ın bir dönem futbol dışı işlerle de ilgilendiğini, maç oynamayacağı bir hafta P. Diddy ile röportaj yapmak için New York’a uçmayı düşündüğünü, ancak Ferguson kendisine ‘P. Diddy seni daha iyi bir stoper yapabilir mi?’ sorusunu yönelttikten sonra Rio’nun doğru karar verdiğini yazıyor. Ferguson’ın bu tip, uysal, ‘baba figürünün’ sözünden çıkmayan oyunculara olan sevgisinin örnekleri bu kitapta sıklıkla karşımıza çıkıyor. (Mesela, Ronaldo’nun da Ferguson’ın sözünü dinleyip Real Madrid’e transferini bir yıl ertelemesi, yıldız oyuncunun bu kitapta sevgiyel anılmasını sağlamış.) Sanırım Fergie’nin Phil Neville hakkındaki sözleri bu konuyu daha fazla uzatmadan teknik adamın ideal oyuncu tipini anlamamıza yardımcı olacaktır: ‘Phil harika bir oyuncuydu. Ona ‘şu tepeye tırman, ve oradaki ağacı kes’ dediğinde tek cevabı ‘Emredersin patron! Testere nerde?’ olurdu.’ Ferguson’ın kafasındaki disiplin askeriyenin meşhur ‘emiri sorgulama, emirde mantık arama’ prensibine dayalı, otoriteye mutlak riayet etme gerektiren bir disiplin yani. Zaten onun sözünü dinlemeyenler ve daha sonra da ona alenen ve kamunun gözleri önünde karşı çıkanlar hakkındaki yorumları bu anlayışı gözler önüne sermeye yeter.
David Beckham, Ruud van Nistelrooy, Wayne Rooney ve Roy Keane. Ferguson’ın öyle ya da böyle problemi olduğu dört başarılı, yetenekli, ve kendilerini ezdirmeyen isim. Beckham’ın hatası (Giggs’in aksine) ‘gerçek’ anlamıyla meşhur olmayı sadece bir futbol yıldızı olmaya tercih etmesi. Aynı Ferdinand örneğinde olduğu gibi Ferguson Beckham ile de bir konuşma yapıyor ancak Beckham ‘patronu’ dinlemiyor. Netice: formsuzluğu nedeni ile ilk 11’de gittikçe daha az yer alan bir Beckham. Van Nistelrooy (yıllar sonra Rooney’nin tekrarlayacağı) bir hataya imza atıyor ve Ferguson’ın transfer ve takım kurma politikasını yeteri kadar agresif bulmadığı ve bu politikanın United’ı zirveye çıkarmayacağını düşündüğü için eleştiriyor. Sonuç: Ferguson verdiği söze rağmen, Vidic ve Evra’yı oyuna alıyor ve zaten yedekte bekleyen van Nistelrooy’u Carling Kupası finalinde oynatmıyor.
Ferguson’a sorarsanız her iki isim de nispeten hataları anlamış durumdular. (Beckham ilke arasının zaten iyi olduğunu savunan Fergie, yıllar sonra van Nistelrooy’dan bir de özür telefonu aldığını iddia ediyor.) Ferguson üstü kapalı da olsa Rooney’nin bu iki oyuncunun başlarına gelenlerden ders almasını istiyor. Halihazırda Fergie’yi bir kere hem de basın aracılığı ile eleştiren Rooney’nin aynı hatayı tekrarlamazsa bir United efsanesi olacağını söylerken, Ferguson aslında United’daki rolünün de değişse bile gücünün sona ermediğinin sinyallerini veriyor.
Şüphe yok ki kendisine karşı çıkan, başka bir deyişle kendilerini ezdirmeyen futbolcular arasında Ferguson’ın en acımasızca eleştirdiği isim Roy Keane. United’ın Premiership’i domine ettiği yıllardaki başarısındaki büyük pay sahibi olan Keane Ferguson’ın oyuncu seçimlerini ve oyun anlayışını hem de Manchester United TV kanalında (daha sonra yayından kaldırılan) bir söyleşide eleştirince ipi çekiliyor. Ferguson Keane konusunda hiç tereddüt etmediğini zira eğer bir oyuncunun takımın patronunu sorgulamasına izin verilirse o takımın dağılacağını söylüyor. Keane hakkındaki bölümü okuyan birinin kafasında Ferguson’ın ‘kendini ezdirmeme’ etiğinin sadece kendisi için geçerli olduğuna dair en ufak bir şüphe bile kalmıyor. United’da tek doğru var, o da Ferguson’ın doğrusu. Bu Keane takımdan ayrıldıktan ve hatta futbolu bıraktıktan sonra da değişmiyor. Şampiyonlar Ligi’nde 2011-12 sezonunda gruptan çıkamayan United’da problemin Ferguson’da olduğunu söyleyen Keane için Fergie ‘teknik adam olabilecek kapasitede değil’ diyerek son noktayı koyuyor. (Ya da koyduğunu düşünüyor zira Keane Ferguson’ın kitabında kendisi ile ilgili yazılan şeylerin yalan olduğunu savunuyor.)
Ferguson’ın yaşam öyküsünde burada değinmediğimiz birçok ilginç nokta daha var. Wenger ve Benitez’e eleştirileri, hatalı olduğunu kabul ettiği tek hareketi olan Jaap Stam’ın Lazio’ya satılması, Manchester City ve Liverpool hakkındaki fikirleri (özellikle de Gerrard’ın en üst düzey bir futbolcu olmadığını savunduğu sayfalar) ve Mourinho ile olan ilişkisi gibi. Ancak bütün bu hikayelerin arka planında hep haklı olan, (Stam transferi dışında) hata yapmayan (Ferguson tam bir fiyasko olan Bebe transferinin bile yanlış olduğunu kabul etmiyor), ve bunların aksini düşüneni acımasızca cezalandıran bir tiran var. Belki de 26 yıllık bir başarı öyküsünün bedeli bu.