BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Bu hafta üç önemli yabancı yapım gişe savaşına dâhil olacak: Cannes’daki açıklamalarıyla büyük tepki toplayan provokatif yönetmen Lars von Trier’in Melankoli’si, Stieg Larsson'un Milenyum Üçlemesi’ne el atan David Fincer’ın yeniden çevrimini gerçekleştirdiği Ejderha Dövmeli Kız ve İngiltere eski başbakanı Margaret Thatcher’ın yaşlı bir kadın olarak portresini anlatan Demir Leydi. 2008 yılında babası tarafından gay olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hikâyesinden esinlenilerek çekilen Zenne, haftanın tek yerli filmi olarak dikkat çekerken; çocuklar içinse Şrek’in arkadaşı Çizmeli Kedi’nin maceraları uygun bir seçenek. Herkese iyi seyirler…

Ege Görgün

Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (13 Ocak 2012)

Bu hafta üç önemli yabancı yapım gişe savaşına dâhil olacak: Cannes’daki açıklamalarıyla büyük tepki toplayan provokatif yönetmen Lars von Trier’in Melankoli’si, Stieg Larsson’un Milenyum Üçlemesi’ne el atan David Fincer’ın yeniden çevrimini gerçekleştirdiği Ejderha Dövmeli Kız ve İngiltere eski başbakanı Margaret Thatcher’ın yaşlı bir kadın olarak portresini anlatan Demir Leydi. 2008 yılında babası tarafından gay olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hikâyesinden esinlenilerek çekilen Zenne, haftanın tek yerli filmi olarak dikkat çekerken; çocuklar içinse Şrek’in arkadaşı Çizmeli Kedi’nin maceraları uygun bir seçenek. Herkese iyi seyirler…

Bu hafta üç önemli yabancı yapım gişe savaşına dâhil olacak: Cannes’daki açıklamalarıyla büyük tepki toplayan provokatif yönetmen Lars von Trier’in Melankoli’si, Stieg Larsson‘un  Milenyum Üçlemesi’ne el atan David Fincer’ın yeniden çevrimini gerçekleştirdiği Ejderha Dövmeli Kız ve İngiltere eski başbakanı Margaret Thatcher’ın yaşlı bir kadın olarak portresini anlatan Demir Leydi. 2008 yılında babası tarafından gay olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hikâyesinden esinlenilerek çekilen Zenne, haftanın tek yerli filmi olarak dikkat çekerken; çocuklar içinse Şrek’in arkadaşı Çizmeli Kedi’nin maceraları uygun bir seçenek. Herkese iyi seyirler…

Melankoli (Melancholia)

[xrr rating=5/5]

Yönetmen ve Senaryo: Lars Von Trier

Oyuncular: Kiefer Sutherland,  Kirsten Dunst, Charlotte Gainsbourg

Yapım: 130 dk / Fra.-Dani.-İsveç-Alman./2011

 

Cannes’da Nazi estetiği ve Hitler hakkında yaptığı açıklamalar nedeniyle ‘istenmeyen adam’ ilan edilen provokatif yönetmen Lars Von Trier, son filmi Melankoli’de (Melancholia), adından da tahmin edileceği üzere ‘melankoli’ kavramı etrafında şekillenen, post-apokaliptik bir bilimkurgu inşa etmiş. Dogma 95 akımının kurucularından olan Trier, yer yer bu akımın sallanan kamera özelliğinden faydalansa da, genel olarak anaakıma yakın bir biçemle anlatmış hikâyesini.

Bir önceki filmi Deccal (Antichrist) ile korku türünü yapıbozuma uğratan Trier, Melankoli’yle de felaket filmlerinin oldukça deneysel bir çeşitlemesine soyunmuş. Deccal’i Andrey Tarkovskiy’ye adayan yönetmenin bu filminde de Tarkovskiy sinemasının izlerini sürmek mümkün: Tarkovskiy’nin kullandığı 19. Yüzyılın mitoloji, güçlü doğa, bakirelik gibi motiflerini filmine başarıyla yedirmiş yönetmen.

Ağır çekimlerle kotarılmış hayli deneysel bir girişin akabinde, şatafatlı bir malikânede bir düğün törenine konuk oluyoruz. Kirsten Dunst’ın canlandırdığı bunalımın eşiğindeki Justine, reklamcılıkla uğraşan varlıklı bir ailenin varisi ile dünya evine girmekteyken birden evlenmekten vazgeçtiğini açıklayınca işler arapsaçına dönüyor. Sonrasındaysa dünyaya adım adım yaklaşmakta olan Melancholia gezegeninin karakterler üzerindeki etkilerini gözlemliyoruz.

Melancholia, dünyadan 36 milyar km. uzaklıkta olduğuna inanılan, 3661 yılda bir dünyaya çarptığı iddia edilen ve en son Nuh tufanında çığırından çıkan insanoğluna ceza olarak gönderilen Marduk gezegenini simgeliyor. Justine’nin evlenmekten vazgeçtiği an komprador kayınbabasına verdiği anti-kapitalist söylev ve sonrasında elit sporu olan golf sahasına idrarını yapması metindeki anahtar noktalar bana kalırsa. Bu veriler ışığında değerlendirecek olursak; yönetmen Melancholia gezegenini mevcut dünya düzenini alaşağı etmek için göndermiş açık bir biçimde. Lars Von Trier, Melankoli’de ‘geçiş gezegeni’ Marduk aracılığıyla yaklaşmakta olan yeni büyük bir krizi işaret ediyor bize.

Ercan Dalkılıç

.

Ejderha Dövmeli Kız (The Girl With The Dragon Tattoo)

[xrr rating=2.5/5]

Yönetmen: David Fincher

Senaryo: Steven Zaillian, Stieg Larsson

Oyuncular: Daniel Craig, Rooney Mara, Christopher Plummer

Yapım: 2011/ABD-BK-İsv-Alm. /155 dk.

Ejderha Dövmeli Kız’ın üç filmlik İsveç macerası, başrollerdeki Noomi Rapace ve Michael Nyqvist’i Hollywood’a transfer etmekle kalmadı, kitabın kendisini de David Fincher’ın kollarına attı. ‘Milenyum’ adlı derginin yazarlarından gazeteci Mikael Blomkvist, kirli bir iş adamını araştırırken oyuna gelir ve yalan haber yapmaktan dolayı gazetecilik hayatı tehlikeye girer. Adını temize çıkarmak için yol ararken ülkenin bir başka zengin işadamı Henrik Vanger’den beklenmedik bir teklif alır. Blomkvist, kendi içinde karmaşık bir aile olan Vanger’lerin 40 yıl önce aniden ortadan kaybolan küçük kızı (Henrik’in torunu) Harriet’ın başına ne geldiğini bulursa eski itibarına kavuşmak için gizli belgelere de sahip olacaktır. Anlaşmayı kabul eden gazeteci, sadece ülkenin zengin bir ailesinin karanlık sırlarını değil, toplumun genlerinde saklı duran yabancı düşmanlığı ve cinsiyet ayrımcılığını da ortaya çıkarır.

Filmin en güzel yanından başlayalım; jenerikten başlayarak filmin müzikleri, Lisbeth Salander karakterinin iç dünyası ve onun deşifre ettiği karanlık sırlarla bire bir örtüşüyor. Hikâyeye hizmet eden ve karakterlerin dünyasına katıksız bir destek veren renk kullanımı ile filmin atmosferi de güçlü bir alkışı hak ediyor. Görsellik ve kadraj kullanımında ise Fincher’ın yönetmen kalitesi kendini hemen fark ettiriyor. Fakat en büyük eksiklik, filmde kitabın ‘ruhunun’ olmayışı. Bir Zodiac gibi başlayan film, zamanla Seven‘a dönüşüp perdeyi kapatıyor. Kaldı ki, Seven’da ve özellikle Zodiac’ta karakterlerin derinliğine bir yolculuk varken, Ejderha Dövmeli Kız’da, karanlık gezinti, sadece polisiye örgüde kalıyor. Kitabın yazarı Stieg Larsson’un esas meselesi olan ‘medeni’ bir toplumun genlerine işlemiş yabancı düşmanlığı, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, kadına düşmanca bakış gibi ‘modern’ toplumların üzerini büyük bir ikiyüzlülükle örttüğü devasa sorunlar filmde çok geri planda. Fincher; gotik, punk, anti-sosyal, intikamcı ve adalet dağıtan kadın kahramanın zahirini kumaş farkıyla daha güzel anlatıyor. Zahirin ardındaki ruh ve esas meseleler ise kitapta unutulmuş.

Yeniden uyarlama söz konusu olunca oyuncuların mukayesesi de kaçınılmaz oluyor. İsveç versiyonunda Noomi Rapace ve Michael Nyqvist çok çok iyiydi. Ancak Fincher’ın filminde Rooney Mara’nın, Lisbeth Salander yorumu biraz daha naif; ama daha etkili ve ürkütücü. Rapace, Lisbeth’in içindeki öfkeyi ve nefreti doğrudan yansıtıyordu. Fakat Mara’nın yorumunda Lisbeth’in öfkesi içeride ve patlamaya hazır bir halde bekliyor ki, bu daha korkutucu. Michael Nyqvist’in, gazeteci yorumu kendi içinde bir tedirginlik barındırıyordu. Daniel Craig’in her halükarda göze batan ‘cool’luğu ise eksi hanesine yazılabilir. Bu açıdan Nyqvist daha başarılı. Bununla birlikte, Fincher’ın filminde Robin Wright, Christopher Plummer, Stellen Skarsgard ve Steven Berkoff’un güçlü performanslarının filmin oyuncu kalitesini çok yukarılara taşıdığı ise su götürmez bir gerçek.

Ali Koca

.

Demir Leydi (The Iron Lady)

[xrr rating=3/5]

Yönetmen: Phyllida Lloyd

Senaryo: Abi Morgan

Oyuncular: Meryl Streep, Jim Broadbent, Richard E. Grant

Yapım: 2011 / BK-Fra. / 105 dk.

 

Sadece İngiliz politikasının değil 1980’li yılların dünya politika sahnesinin de en ilginç karakterlerinden biri hiç şüphesiz Margaret Thatcher’dır. Soveyler Biriliği’nin Demir Leydi dediği ve sonrasında da bu isimle anılan Thatcher, gerek uyguladığı ekonomi politikaları gerekse dış politikada İngiltere’yi yeniden öne çıkarmasıyla adını herkese duyurmuştu. Yakın tarihin bu kadar önemli bir karakterinin hayatını filme almak oldukça zor bir iş. Phyllida Lloyd’un yönettiği Demir Leydi’de (The Iron Lady) artık yaşlı bir kadın olan Margaret Thatcher (Meryl Streep) alışveriş yapmak üzere bir markete girer. Gazete manşetlerde görüdğü bir bombalama olayları onu geçmişe götürür. Evine vardığı zaman ise onu kocası Denis Thatcher (Jim Broasbent) beklemektedir. Kısa süre sonrasında Margaret’ın eşinin öldüğünü, onunda ara ara geçmişe gidip hayaller gördüğü ortaya çıkar. Kafasındaki kocasının hayaletinden kurtulması için onun eşyalarını bağışlaması istenmiştir. Ancak Margaret bunu ertelemektedir.

Zaman zaman yaşadığı geçmişe dönüşler onu babasının bakkalında çalıştığı döneme, Muhafazakar Parti’de ilk seçimlerine, kocasıyla tanışmasından parti içinde yükseldiği anlara götürmektedir. Artık yaşlanmış bir kadın olarak Margaret Thatcher’ın resmedildiği Demir Leydi’de oldukça fazla eksik nokta var. Bunların ilki Margaret Thatcher’ın hayatının çoğunlukla yaşlılığı üzerinden anlatılması. Oxford’da okuduğu yıllara ve siyasete ilk girişi hiç değinilmemiş.

Margaret Thatcher IRA politikasına değinilmezken, sendikalarla mücadelesi ve o dönem yaşanan polis şiddeti toplamda 15 dakikada anlatılıyor. Film daha çok Margaret Thatcher’ı aklama çalışması olarak algılanıyor bir noktada. Onun inançları uğruna yeri gelince kimseyi dinlemeden bildiğini yapan ve ülkesinin iyiliği için gerektiğinde her şeyden feda eden bir kadın olarak portresi sunuluyor.

Margaret Thatcher’ı canlandıran Meryl Streep de ünlü politikacının hiçbir mimiğini taklit etmemiş. Onun yerine kendisi yeni bir Thatcher yaratıp onu canlandırmış. Streep’in oyunculuğu çok beğenilse de canlandırdığı kişinini hala hayatta olan bir politikacı olduğu ve kimi jest ve mimiklerinin onunla özleştirildiği unutulmamalı.

Demir Leydi diğer yanda da bir kadının politikada yükselirken yaşadığı zorluklara da değiniyor. Margaret Thatcher ilk başta babası bakkal ve aynı zamanda kadın olduğu için politika sahnesinde zorlanıyor. Denis Thatcher da ona evlenme teklif ederken bir iş adamının eşi olursan daha ciddiye alınırsın diyerek bu durumu doğruluyor. Margaret Thatcher kadın olarak İngiltere’nin ve Avrupa’nın ilk seçilmiş Başbakan’ı olsa da eviyle ilgilenmemesinin ilerleyen yıllarda getirdiği vicdan azabiyla da yaşıyor. Sanki ne kadar başarılı olursa olsun bir kadın evine de gerekli ilgiyi göstermeli yoksa sonrası kötü olur mesajı veriliyor. Demir Lady büyük umutlarla gidilince hayalkırıklığı yaratacak bir yapım. Fakat, filme yaşlı bir kadının yanlızlığı olarak bakılırsa beğenmek daha olası.

 Ali Abaday

.

Zenne

 

Yönetmen: Caner Alper, Mehmet Binay

Senaryo: Caner Alper

Oyuncular: Kerem Can, Giovanni Arvaneh, Erkan Avcı

Yapım: 2011 / Türkiye / 101 dk.

 

Zenne’yi 2011 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleme imkanı bulmuştum. Salondaki seyircinin – ki dakikalarca ayakta alkışladılar filmi – ve kadınlardan oluşan jürinin tepkilerinden, yarışmalı bölümde yer alan bu filmin En İyi Film Ödülü’nü alacağı izlenimini edinmiştim. Beklediğim gibi olmadı çünkü son yıllarda festivallere damga vuran “ödülleri üleştirme modası” Antalya’da da boy gösterdi. Böylece En İyi İlk Film ödülünü alan Zenne’nin büyük ödüle giden yolu kesiliyordu. Zenne sinema yazarları derneğinin verdiği ve prestijden öte bir artısı olmayan ödülü de alıyordu. Filmin başarılı oyuncusu Erkan Avcı En iyi Yardımcı Erkek ödülünü alırken, Tilbe Saran da En İyi Yardımcı Kadın oyuncu ödülünü Nesrin Cevadzade ile paylaşıyordu.

Zenne hem otoritelerin, hem de seyircinin teveccühünü kazanmış görünüyordu. Eşcinsel olduğu için ailesi tarafından öldürülen Doğulu bir gencin gerçeğe çok yakın hikayesini anlatan, yani bizim için hala “cesur denebilecek bir mevzuyu” işleyen Zenne’nin bir salon dolusu insan tarafından da olsa muhabbetle kucaklanışı, boşverin sinemayı – insanlık adına sevindiriciydi. Alışkanlıklarımız, inançlarımız, toplumsal tabularımızın bize vicdanımızı sık sık unutturduğu modern zamanlarda doğru açıdan anlatılan böylesi hikayelere ihtiyacımız var diye düşünüyorum.

Zenne bir ilk film. Elbette teknik ve estetik anlamda bir üstün bir başarı söz konusu değil. Zaten bunu sağlamak için gereken bütçeye de sahip olmadığı çok belli filmin. Ancak benim için Oscarlı Brokeback Dağı’ndan (Brokeback Mountain) daha insancıl, daha hesapsız bir film. Dolayısıyla daha güzel bir film. Zenne bir eşcinsel hikayesi değil, bir insan hikayesi anlatma derdinde. İki yönetmen toplumumuz için “marjinal” sayılan bir konuyu ele alıp durumun hassasiyetine yakışır biçimde onu ajite etmeden anlatma başarısını gösteriyor. Filmin sonundaki göz yaşları bir ajitasyonun sonucu değil, mevcut hayatın acımasızlığı, adaletsizliği, geri kalmışlığı karşısındaki çaresizliğimizin bir tezahürü. Medyanın da çanak tutacağı anlamsız tartışmaların Zenne’de anlatılan trajedinin özünün anlaşılamamasına, anafikrin ötelenmesine yol açmayacağını umarım.

[xrr rating=3/5] Landlord

Antalya’da Altın Portakal’ı alan Zenne sinematografik beklentileri karşılayamayan bir film. Oyunculuklar, Can rolündeki Kerem Can bir yana bırakılırsa, sinemamızda ortalama düzeyin oldukça altında. Hele, Can’ın teyzesini ve sevgilisini oynayan oyuncular sokaktan zorla sete sokulmuş izlenimi veriyor. İsminin yabancı olmasından öte filme herhangi bir anlam katamayan Giovanni Arvaneh için de aynı eleştiriler söylenebilir.

Filmin yönetmenleri aslında zenneler üzerine bir belgesel çekmek niyetindelermiş. Ancak, Ahmet Yıldız’ın mezarda son bulan kaderi hakkında bilgi sahibi olunca, belgesel yerine şimdi seyrettiğimiz filmi yaratmışlar. Bu bilgileri tanıtım broşürlerinde bu açıklıkla yazmışlar. Ancak, filmin son sahnelerinde, Can’ın Ahmet’e “kız sen doğuştan zennesin” repliği dışında, öldürülen çocuk ile zennelerin herhangi bir ilgisi yok. Bu durumda, önce filmin başlığı, ama daha sonra ve daha önemlisi, içeriği de birbirinden kopuk iki farklı insan tipini birbirine eklemleme çabasına girişiyor. Erkek dansçıların ülkemizde bazı yörelerde olağan karşılanması bir yana, asıl Avrupa’da erotik bir egzotizmi kışkırttığını düşündüğümüzde, filmin galasında “eşcinsel namus cinayeti” terimini sıkça kullanan Banu Güven’in duygusal ısrarına rağmen, filmin hedef kitlesinin yurdum insanı olduğuna kuşku duymamak elde değil.

Zaten, “Daniel” karakteri de, Türkiye’de yaşanan sorunlar ancak “eşitliğin ve hoşgörünün yurdu Avrupa”ya kaçarak alt edilebilir, fikrini sağlama almak için yaratılmış. Kendi özgürlük sorunlarını çözemeyen Avrupa, bizim gibi ülkelerin eşcinsellerine de ancak fahişe muamelesi yapar. Nitekim, Ahmet’i Almanya’ya götürmek isteyen Daniel de, senaristin durumu içselleştirmesi nedeniyle olsa gerek, “çalışma evde otur, ben sana bakarım” diyor. Ahmet’in Almanya’ya kaçarak elde edeceği özgürlük budur. Senaryo, sadece Daniel karakteri ve erotik zenne gösterisi üzerinden değil, aynı zamanda filmde askerlikten muaf tutulmak için eşcinsellerin başvurdukları yöntemleri meşrulaştırarak ve “tasarlanmış mağduriyet” oluşturarak da filmin asıl hedef kitlesinin Avrupa ülkeleri olduğu fikrini güçlendiriyor.

[xrr rating=1/5] Ali Rıza Özkan

.

Çizmeli Kedi (Puss in Boots)

Yönetmen: Chris Miller

Senaryo:William Davies, Brian Lynch, David H. Steinberg, Tom Wheeler, Jon Zack

Seslendirenler: Antonio Banderas, Salma Hayek, Zach Galifianakis, Billy Bob Thornton

Yapım: 2011 / ABD / 90 dk.

 

Çizmeli Kedi (Puss in Boots), Şrek serisinden tanıdığımız Çizmeli Kedi karakterinin Şrek ile tanışmadan önceki maceralarını anlatıyor. Yönetmenliğini Şrek 3’ü de yönetmen Chris Miller’in yaptığı film, genel olarak olumlu eleştiriler almış. Çizmeli Kedi, yanına sevgilisi Kitty’i de alarak sahibine sonsuz zenginlik kazandıran sihirli fasulye tanelerini ünleri yedi düvele yayılmış Jack ve Jill’den çalmaya çalışacaktır. Fakat önce eski dostu yeni düşmanı Humpty Dumpty engelini aşması gerekecektir.

İlginizi çekebilir...

Vizyon

Alex Garland bize, çok da olası görünmeyen bir iç savaş filmi sunarken aslında zeminini sağlam bir temele oturtuyor.

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et