BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Gayrettepe’de, İstanbul’a yükseklerden bakan bir dairedeyim. Salonda Ayşe Şasa’yı bekliyordum. O sakinlikte müthiş bir huzur vardı. Aynı zamanda adını bir türlü koyamadığım bir hüzün. Huzur ve hüzün o salonda duran ikiz kardeş gibiydiler. Sonbahardı, rüzgâr esiyordu. Röportaj sorularım, aklımdan uçup gitmişti.

Ertekin Akpınar

Ayşe Şasa: “Batıda sinema burjuvazinin tekelindedir. Türkiye’deyse tüccarların.” (2. Bölüm)

Gayrettepe’de, İstanbul’a yükseklerden bakan bir dairedeyim. Salonda Ayşe Şasa’yı bekliyordum. O sakinlikte müthiş bir huzur vardı. Aynı zamanda adını bir türlü koyamadığım bir hüzün. Huzur ve hüzün o salonda duran ikiz kardeş gibiydiler. Sonbahardı, rüzgâr esiyordu. Röportaj sorularım, aklımdan uçup gitmişti.

Ayşe Şaşa

1 Temmuz 2014’te ilk bölümünü yayımladığımız, Ertekin Akpınar imzalı Ayşe Şasa röportajının ikinci bölümünü sunuyoruz.

Ertekin-Akpınar  Ertekin Akpınar

Neydi peki o boşluk?

Türk seyircisinin, Türk film seyircisinin tamamen kendine has bir zevki ve beğenisi vardı. Kendi edebiyatımızı yetişme çağında okumamıştım. Dediğim gibi İslamla, İslam kültürüyle hiçbir bağım yoktu. Türk film seyircisi çok dolaylı da olsa geleneksel renkleri yansıtan filmleri seviyordu.

Beğendiği ahlak anlayışı estetik itibariyle çok gelenekseldi. Ama bu saf bir gelenek değildi ve içine de yavaş yavaş arabesk unsurlarda karışmaya başlıyordu. Tabii bunun içinde modern etkilerle Batı sinemasının da etkileri var. Amerikan sinemasının, Türk sineması üzerinde etkileri yok mu? Vardı tabii… Karmakarışık bir şey bu. Ama burada benim aldığım o Anglosakson eğitim, o avangard metinler beni hiçbir şekilde beslemiyordu. Tek bir konuda ısrar ettim: Türk sinemasının, Türk toplumunun kendi geleneğini yansıtabilmesine aracı olması.

Bu söylediğinize tamamen katılıyorum. Ama Yeşilçam’ın öyle bir refleksi yoktu ki?

Tabii yoktu. Yeşilçam’da şöyle bir şey vardı: Yapımcı, yönetmeni çağırıp, “Bana bir tane Türkan Şoray’lı Ediz Hun’lu film yap” diyordu. Daha önce tutmuş yerli veya yabancı filmlerden bir örnek ya da kopya yapılıyordu. Sonuçta yapılan film popüler kalıpları olan, tutmuş filmler olacaktı. Bu çalışmalar bu şekilde cereyan ederken, benim kesin bir gerekçem vardı.

ah güzel istanbul

Neydi o?

O günkü anlayışıma göre tamamen orijinal şeyler yazmak istiyordum. Yani hiçbir şeyin taklidi olmayan, hiçbir yerden alınmayan, hiçbir kalıba bağlı kalmayan senaryolar yazmak istiyordum. Ama çok zorlandım.

Neden?

Çünkü bu şekilde çalışan birinin Yeşilçam’da benimsenmesi çok zordu. Yeşilçam’ın alışkanlıkları vardı. Ve o alışkanlıkların içinde filmler yapmak istiyorlardı. Oysa ben bu alışkanlıkları tamamen kırmak istiyordum. Tabii bu durumun şöyle de bir handikabı vardı. Hem böyle yapıp, hem de film iş yapmazsa o zaman size bir daha kim olursanız olun senaryo yazdırmazlardı. O yıllarda Atıf Yılmaz’ın eşi olduğum için piyasada bir avantajım vardı. Yazdığım on senaryodan sekizi o günkü koşullarda iş yapmasaydı bir daha bana hiç kimse iş vermezdi.

Okuduğunuz bir öyküde sizi ne çeker?

Film hikâyeleri mi?

Evet, film hikâyelerinde… Az önce bahsettiğiniz, “Bütün bu kalıpların dışında başka bir şey yapmak istiyordum.” demiştiniz.

Açıkçası Yeşilçam’da hiçbir senaristin fazla seçeneği yoktu. Yazılacak senaryolar hep sipariş üzerine geliyordu. Bu da çok acı bir şeydi.

Peki, yazdığınız senaryolara çok müdahale ediliyor muydu?

Çok, çok fazla…

gramofon avrat

Sizin tepkiniz ne oluyordu?

Çok ıstırap çekiyordum. Çünkü çok ağır bir baskı altında yazıyorsunuz. Bir kere kişisel dünyanızı herhangi bir şekilde geliştirmeye veya ortaya koymanız söz konusu değildi. Mekanik bir üretim var ortada. Yani çeşitli veriler var. İşte piyasanın dayatmaları var, yönetmenin isteği var, oyuncu tercihleri var. Bütün bunlardan sonra, bir de sizin yapmayı düşünebileceğiniz bir ara yol var. İşte böyle el yordamıyla bir şeyler yapıyorsunuz. Anlatabiliyor muyum? Piyasanın tabularına bulaşmadan kendinizle o piyasa arasında bir uzlaşma yapıyorsunuz. Bu insana çok dar bir alan bırakıyor.

Neden vazgeçmediniz?

Dönülmez bir yolu seçmiştim.

Radikal bir karar vermişsiniz.

Evet. Ailemle köprüleri atmıştım. Bir iddiaya girmiştim kendimle ve aileme karşı, “bu işi başarmalıyım” demiştim. Ölümüne bir çırpınmaydı, korkunç bir çırpınmaydı içinde bulunduğum durum. [Susuyor]

O yıllarda Bülent Oran’ı tanıyor muydunuz?

Tanışıklığımız yoktu. Bülent Oran gibi bir senaristi profesyonel anlamda kendime çok uzak buluyordum.

bulentoran_01

Bülent Oran

Neden?

Çünkü onun yazdığı senaryolara kendimi yakın bulmuyordum. O tamamen başka bir iş yapıyor diye düşünüyordum. Ben orijinal bir şey yapmak istiyordum. Ne olursa olsun, mesela bir aşk hikâyesi mi yapılıyor? İçinde bir saflık olsun, bilgi versin. Türk sinemasının çok kaba, çok enteresan genellemeleri vardır. Türk halkını hep zengin kız fakir delikanlı, fakir kız zengin delikanlı çatışmasının içine Yeşilçam götürdü. Yani fakirler hep iyidir, zenginler hep kötüdür. Ama fakir kahraman, mesela erkek kahraman birdenbire zengin olursa, bunu halk kötü karşılamaz, bunu bir zafer olarak görür.

Bunun nedeni neydi peki?

İki nedeni vardı. Birincisi, Yeşilçam’da sınıfsal bağlılık söz konusu değildi. İkincisi de tutarlılık da söz konusu değildi.

Çok önemli bir tespit yaptınız. Bu tespitiniz üzerinde konuşalım.

Şunu düşünüyorum, Türk halkının derin şuurunun altında müthiş bir adalet duygusu var. Osmanlılık, kapitalizme güvenmiş bir sistemdir. 1950’lerde başlayan kapitalistleşme, toplumdaki liberal düşünceler ve kapitalistleşme süreci Türk halkını korkunç rahatsız etti. Bu durum halen bu devam ediyor. Osmanlı döneminde işte bildiğiniz gibi, yüksek memurların servetleri var. Müreffeh hayat statüsü var. Fakat onlar da devlete tabi olanaklar ve tamamen denetim altında.

Ayşe Şaşa

Kuşkucu zihniyet her zaman varlığını hissettirmek ister çünkü.

İşte bakın bu dediğiniz şey Türk sinemasında hep bir formül yaratıyor. O yaratılan formüller beni çok rahatsız ediyor. Oyunculara göre değişen, oradan oraya atlayan şeyler bunlar. Yaptığınızı bir daha devam ettiremiyorsunuz. Melodrama kaçmayan bir dram görmek mümkün değil. Dolayısıyla tutarlılık yok anlatılan hikâyelerde.

Dramatik dediniz ama dramatik olan da yine Batıya ait bir olgu.

Bakın Türk sineması her zaman bir çelişki içerisinde oldu. Hem Batıya karşı çıkıyoruz, hem de Batıyı temsil ediyoruz. Ne şimdi bu? Batı karşısında, bir karşı kültürümüz yok. Kendimiz olalım, kendimize ait hikâyelerimizi anlatalım, Batıya kapılmayalım, Batıyı takip etmeyelim diye bir ana fikrimiz bile yok. Biz teorik olarak dramatik şeyler yapmaya çalıştık. Bilerek veya bilmeyerek… Bizim sorunumuz, olmayan duygu ya da durumlara el attık. Kendi sorunlarımızı çok sene sonra fark ettik; ‘etik’, ‘lirik’ gibi. Biz ne zaman Köroğlu, Battal Gazi gibi konuları perdeye taşımaya başlasak farkında olmadan izleyicinin rahatladığını görüyorduk. Böylelikle önümüz ve yolumuz açılıyordu. Geçen gün Murat Menteş’le konuşurken birden şunları söyledim. Türk sinemasında para yoktu ama Cüneyt Arkın vardı. Teknik imkânlar, sermaye yoktu ama Cüneyt gibi böyle bir kendine has, ışık sahibi bir oyuncu vardı. Star sineması dünyada neyse bizde de öyle zaten. Star atmosferi belirler, star hikayeyi belirler, star parayı belirler.

Açıkları kapatır.

Tabii.

vedat türkali

Kaldığımız yere geri dönelim istiyorum. Yeşilçam’a Vedat Türkali vasıtasıyla girmiştiniz.

O çevreyi tanıdım, o çevrenin kurallarını, havasını öğrenmeye başladım. Daha sonra da Atıf Yılmaz‘la evlendiğimde ilk yazdığımız senaryolar çok bekledi. Zaten Atıf çok denemeci bir yönetmendi. O, “Şu konuları araştır bir yerden” derdi. Yani bir yerden bir yere atlayan, devamlı yeni bir şey arayan süreçler.

Bu dediğinizin sağlam bir zemini olmaz ki…

Sağlam bir zemin yok tabii. Geçen televizyonda bir konuşma dinledim. Beşir Ayvazoğlu şöyle bir tespit yaptı ki çok doğrudur: “Türk sinemacılığı bir yanıyla Batı sinemasının dayatmaları altında” ki bunu daha önce Yeşilçam Günlüğü kitabımda anlatmıştım. Yine Beşir Bey, Batının kendi gelenekleri ve kendi kültürüyle bağlarının çok zayıf olduğundan bahsetti. Evet, zayıf. Türk sinemasının kendi geleneksel kültürüyle bağları çok zayıf ve problemlidir. Bakın bizim kültürümüz bizim için bir tabular sistemi haline getirildi. İslam ya da İslam medeniyeti deyince insanlar şöyle bir bakıyorlar. Sanki bizim dinimizle, kendi aramızda büyük bir sorunumuz var. Dini kültürümüzle, dini simgelerimizle çatışma halindeyiz. Aslında yok böyle bir şey. Bugün hala bizim bilinçaltımız ister ateist olalım, ister agnostik olalım, ister mümin olalım, ister çok seküler dünyevi insanlar olalım, ister dindar olalım bizim genetik hafızamız İslam medeniyetinin içerisinde yaşadığımız uzun asırların alışkanlıklarıyla doludur. Bunu bulup çıkarmak kolay değil ama bunlar çok büyük araştırma konuları. Ve bunlar bizim bir tür kendimizle yüzleşmemizi gerektiren konular.

Ayşe Şaşa - Halit Refiğ

İlginç tespitler bunlar. Ayşe Hanım, Bülent Oran Bey ile olan sürece gelmek istiyorum. Bülent Bey’le nasıl tanıştınız?

Bület’le tanışmamız [bir süre sustuktan sonra devam ediyor] o da çok enteresan bir durum. Ben, Halit Refiğ’in Yasak Aşk senaryosunu yazdıktan sonra sinema çevresinde herkesi tanımaya başlamıştım. Shakespeare uyarlaması yapıyordum. Konum buydu aşağı yukarı. Ticari bir işti. Maddi sıkıntı içerisindeydim bir taraftan. Tabii bu senaryo Bülent’in eline geçince çok etkilenmiş okuduklarından. “Kim bu?” demiş. “Bunu yazan bir kolejli kız” demişler. Çok ilgi duymuş yazılan senaryoya. Bülent, o dönemde başkasıyla evliydi. Geldi benimle tanıştı, görüştü. Bülent’in bana böyle uzaktan bir takdiri vardı. “Bu kız ileride çok iyi şeyler yapacak” diye düşünceleri vardı. Onun bana karşı çok dostça düşünceleri vardı yani. Daha sonra ben bütün senaristlik dönemimde Bülent’in senaristliğine karşı bir çekince, çekimserlik içinde olmamasına rağmen kişi olarak Bülent’i çok sevimli ve çok müspet bulurdum. Çok iyi bir insan diye bilirdim. Çok derin bir dostluğumuz, bir görüşmemiz beraberliğimiz yoktu.

Peki sonra?

Çok büyük bir yalnızlığın içine düşmüştüm. Bunalım, büyük bir yalnızlık, büyük bir yokluk, kimsesizlik, bırakılmışlık, unutulmuşluk duyguları içindeydim. Bülent’i hatırladım birden. Bülent’e bunları anlatmak için onu çağırıp görüşmek istedim. Tamamen dertleşmek için. 1980 sonrasında Bülent’le bir beraberliğimiz, evliliğimiz oldu.

ah güzel istanbul

Şöyle bir notum var. Bülent Oran diyor ki, “Ben rugan ayakkabı değil, pabuç yapıyorum diyerek mütevazılığını gösterirdi senaryo yazarken ve aynı anda dört senaryoyu dört ayrı sete yetiştirirdi.” Gerçekten o kadar çalışkan mıydı Bülent Oran?

Bülent gerçekten çok çalışkan biriydi. Bakın koridorda kocaman raflar var. O raflar, Bülent’in yazdığı senaryolarla dolu. Baktığım zaman hayret ediyorum. Ben hayatımda toplam yirmi, yirmi beş senaryo yazabilmişim. Sonra tam anlamıyla hastalandım zaten.

Bülent Oran kaç senaryo yazdı?

Yedi yüz elli tane.

Bu müthiş bir şey?

Bülent’in çalışması inanılmazdı. Ama birçok senaryoda kendi adı olmadığı için resmi rakamlar daha küçük gözükebilir.

Bülent Oran yoğun olarak 1970’li yıllarda senaryo yazıyor.

Evet. Bu durum 1980’li yılların başına kadar sürdü. Yeşilçam denen olgu o yıllarda bitmişti artık. Sonrasında tek tük senaryo gelirse yazıyordu.

Ayşe Şaşa

Bülent Oran daktiloyla senaryosunu yazarken parmaklarına pamuk bağlandığını söylemişlerdi.

Parmağına hakikaten pamuk bağlıyordu. Mesela sayfayı soldan sağa çok fazla yazmıyordu eli yorulmasın diye. Sütun halinde yukarıdan aşağıya yazıyordu. Öyle çılgın bir adamdı. İnanılmaz bir çılgınlıktı bu. İkimiz de şizofreniz yani. Zaten böyle yazabilmek için şizofren olmak gerekir. Aynı anda dört televizyon kanalını izlerdi. Günlük tutardı. Yalan Rüzgârı diye bir dizinin tutkunuydu. Yani bütün bunları bir araya getirince Bülent Oran’ın dehası ortaya çıkıyor. Bir defasında Bülent’le ilgili yazı yazmıştım: “Tek rakibim Bülent Oran” diye

İlginç…

Bülent’in enteresan çelişkilerinden biri şuydu: Bülent bir tarafıyla avam olmasına karşılık diğer taraftan popüler bir şey yapmaya, para kazanmaya çalışıyordu. Üstelik bunu büyük bir sevgiyle yapıyordu. Yani oyun oynar gibi, keyif duyarak yapıyordu. Kaptırıyordu kendini. O basit çocuksu dünyaların içine giriyor ve yaşıyordu. Yazarken hem ağlar, hem de gülerdi. Çok nahif bir dünyası vardı. Diğer bir taraftan da yüksek sanata ilgi duyardı. Resme büyük ilgi duyardı. Yağlıboyaları vardı. Müthiş bir resim koleksiyonu vardı. Onları toplayıp dağıtırdı. Sonra yine aynı işi yapardı. Şimdi bu müthiş üstün ve yüksek bir sanat zevkini yansıtan inceliklerdi. Bülent’in mesela avangard çalışmalara büyük merakı vardı. O filmleri izlemesi, o sergilere gitmesi, elinde kumandayla aynı anda dört televizyon kanalını izlemesi hayranlık uyandıracak işlerdi. Sanat formlarına, renklere, fikirlere çok büyük bir tutkusu ve merakı vardı. Mesela Picasso’nun çalışmalarına bakınca deliriyordu sanki. Beraber bir Van Gogh sergisi gezdik. Heyecandan şekeri yoktu, şekeri çıktı. Böyle bir adamdı. Mesela ben uzun dönem onun yaptığı işleri ciddiye almamıştım. Ama şimdi bakıyorum çok güzel bir Türkçesi var.

DEVAM EDECEK…

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et