BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Hemen uyarımı yapayım da yazının başlığının yanıltıcı etkisiyle yanlış şeyler düşünmeyesiniz.. ‘Yahut’ bağlacı, sadece iki ‘farklı’ cümleyi birbirine bağlar, Landlord’u hiç bağlamaz! Demek istediğim, Fransız filmi seyretmek, Landlord’un en pis ânı falan değildir.. Kendisi o tür bir filmin karşısında bünyesinde oluşan ‘derinden iç geçirme’ hâlini de biraz aşan, bir nevi alerjik dertten mustariptir sadece.

Olağan Mevzular

Bir Sinema Yazarının En Pis Ânı yahut Landlord’un Fransız Filmiyle İmtihanı

Hemen uyarımı yapayım da yazının başlığının yanıltıcı etkisiyle yanlış şeyler düşünmeyesiniz.. ‘Yahut’ bağlacı, sadece iki ‘farklı’ cümleyi birbirine bağlar, Landlord’u hiç bağlamaz! Demek istediğim, Fransız filmi seyretmek, Landlord’un en pis ânı falan değildir.. Kendisi o tür bir filmin karşısında bünyesinde oluşan ‘derinden iç geçirme’ hâlini de biraz aşan, bir nevi alerjik dertten mustariptir sadece.

Hemen uyarımı yapayım da yazının başlığının yanıltıcı etkisiyle yanlış şeyler düşünmeyesiniz.. ‘Yahut’ bağlacı, sadece iki ‘farklı’ cümleyi birbirine bağlar, Landlord‘u hiç bağlamaz! Demek istediğim, Fransız filmi seyretmek, Landlord‘un en pis ânı falan değildir.. Kendisi o tür bir filmin karşısında bünyesinde oluşan ‘derinden iç geçirme’ hâlini de biraz aşan, bir nevi alerjik  dertten muzdariptir sadece. (Evet.. Garip ama gerçek ki Landlord, Fransa’da çekilmiş bütün filmleri hem tek bir tür, yani ‘Fransız Filmi’ adı altında toplayabilme, hem de hepsinden bir anda uzaklaşabilme meziyetine haiz biridir.)

Numan Serteli

Cihangir İmparatoru’nun Kulağını Çınlatanlar

Perşembe sabahının köründe, haftaya vizyona girecek bir Sinan Çetin filmi olan Kağıt‘ın basın gösterimine gitmek için sıcacık yataktan çıkmayı -her zamanki gibi- kendimle tartışırken, Landlord aklıma düşüverdi.. Kendisini şahsen tanıyorsanız eğer, bu durumda bana hak vermeniz kesindir ki o devasa cüssedeki bir adamın, bencileyin naif kişilikli, halim selim birinin aklına düştüğünde vereceği hasar -hiç kuşkusuz- her türlü tahminin üzerindedir.. Neyse önemli değil, ben alıştım artık bu tür hasarlara, arkadaş hatrına her türlü fedakârlığa katlanmaya..

Özgürlüğünün simgesi horlamasını susturmamak, sevgili uykusuna alabildiğine doymak yolunda, önüne altın tepsilerde sunulmuş nice makam ve mevkiden ferâgat eylemiş Landlord‘un yanında benim iki paralık tembelliğimin lâfı mı olur?. Onun da bu sabah yollara düşeceğini hatırladığımda hemen yataktan çıkıp, yola revan olmuştum bile..

Gösterim mekanının kapısına yaklaştığımda fark ettiğim ilk anormallik, kapının önünde her zaman rastlanan sigara bağımlısı malum kitleyi görememekse, ikincisi de bir yazar ağbimizin sinemadan çıkıp bana doğru gelmesi oldu.. Meğer, filmin gösterimi -fazlasıyla elit yönetmenin bizzat ikinci bir emriyle- iptal edilmişmiş..

Başımdan aşağıya adeta buzlu sular indiren, beklenmedik bu haber var ya bu haber!? Diğer sinema yazarlarını bilemem ama- benim için, başlıkta lafı edilen o ‘en pis an’ işte bu münasebetsiz haberi aldığım andır dostlar.. Henüz kargalar boklarını yemeye başlamadan yollara düşmeme mi, buz gibi boğaz havasını -bir buçuk saat boyunca- böğrüme böğrüme yiyerek yolculuk etmeye mi; yoksa aç biilaç dayandığım sinema kapısından film bile izleyemeden geri postalanmama mı yanayım?!

Biraz da üşüyen bedenimi ısıtmak amacı güderek- “Bu allahın cezası gelişmeden haberi olmayan sadece biz miyiz ağbicim?” deyu söylenerek, yine de binadan içeriye daldığımda, sadece bir ‘kader mahkumu’yla daha karşılaşmıştım ki az sonra Landlord da kapıda göründü.. Tam da içimden: “Bak o da gelmedi.. Neden son durumu haber vermedi ki patron olacak bu adam bağa.. Vırvır da vırvır!” mealinde saydırmaya başlamışken bu görüntüyle karşılaşınca, ezeli ve ebedi masumiyetimin bir nişanesi olarak, utancımdan kıpkırmızı oluverdim..

Hadisenin bundan sonrası, düet olarak icra edilen, öylesine görkemli bir performanstır ki bunun kökü Dolmabahçe’deyken, ucunun taa Cihangir’e dayandığına tanık olanların bir kısmının dili dahi tutuluvermiştir..

Kolesterolle Birlikte Coşan Trigliseridler

İlk şokun ardından, bugüne dair -film gösterimi dışındaki- planıma bir an önce girişmemin, daha hayırlı olacağına karar verdim.. Landlord‘un da bazı ayrı planları vardı ama her ikimizin de o andaki tek isteği aynıydı: Bir an önce karnımızı doyurmak..

Bu arada benim, İstanbul Modern‘e gitmek fikrime -bütün mırın kırın etmelerine rağmen- aklının yattığı belliydi.. Öyleyse, hedefimiz istikametindeki Kabataş’ın kafeleri bizi bekliyordu..

Oturduk boğaz manzaralı, ılıkca bir köşeye; hem yedik, hem içtik, hem de hayat, memat, paralel ve kesişen yollar, kadınlar, çaylar, simitler, kepek ekmeğe kaşarlı tostlar ve de kolesterolle birlikte coşan trigliseridler üzerine, derin derin hasbıhal ettik..

Gerçi, dışardan bakanlar bizim sohbetten çok kavga ettiğimizi; daha doğru deyişle, izbandut gibi birinin, kendisinden yaşlı, halim selim bir İstanbul efendisini handiyse tartakladığını sanabilirlerdi.. Ne yapalım ki bu da onların sorunu!

Her zaman sevgimi hak etmiş (Ki bu Nobel Ödülü’nden de değerlidir.) bir sanat yuvası olan İstanbul Modern, bu günlerde de baya bi renkli işlerle faaliyetteydi yine.. Sinema filmlerine özellikle saygı duyduğum Kutluğ Ataman, ‘videolu’ işlerinin büyük bir kısmını sergilediği retrospektif sergisini aylar önce burada açmış da bizleri bekliyordu ki o konuya ayrı bir ilgi mutlaka şart.. Ama benim asıl acilen izlemek istediğim, kısa süreli bir film seçkisi vardı ve buna bir yerinden dahil olmam gerekiyordu..

‘Anılarına’ başlıklı bu etkinlikte, geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan yönetmen ve oyunculardan, Erich Rohmer, Alain Corneau, Claude Chabrol, Tony Curtis ve Dennis Hopper‘ın birer filmi gösterilecekti.. O gün gösterilen dört filmden ilk ikisini izlediğimde, “Şu birer filmi seçerken, keşke birazcık dikkatli olsalardı” demek zorunda kaldım ama ne fayda?

Rien Ne Va Plus (Hırsız ve Çırağı)

İstanbul Modern, Landlord‘la bir kez daha buluşmaktan şaşkın ama alabildiğine de mutluydu.. Patronla birlikte seyre koyulduğumuz ilk film, Fransız yeni dalgasının usta yönetmeni Claude Chabrol‘ün 1997 yılı yapımı Hırsız ve Çırağı (Rien Ne Va Plus ) idi..

Gösterim başlarken, ayrı ayrı yerlere oturduğumuz Landlord, filmin ortalarına doğru teknik bir arıza olup da ışıklar yandığında yanıma geldi.. Kulağıma yanaşıp, “La Serteli!” diye -gayet kibarca- söze başladı ve bir yandan da esneyerek devam etti: “Benim, Fransız filmi alerjim yeniden nüksetti, daha fazla dayanımıycam, dışarıya çıkmam lâzım.. Yalnız bu durumu hiç kimseye anlatmanı istemiyorum.. Tamam mı?”

“Tamam” dedim.. “Hiç merak etme.. Kime, neden söyliyecem ki allasen? Hadi güle güle!”

Gitti bu.. O gün bi daha da görmedim zaten.. Yalnız, keşke hemen gitmeseymiş; zira, bol ve boş konuşmalarla ağır aksak yürüyen film, ikinci yarıda biraz daha hareketlenip neşelendi sanki..

Gerçekten de en fazla ‘vasat’ denebilecek bir yapım olan Hırsız ve Çırağı, suç ve komedi kırması bir film.. Victor (Michel Serrault) ve Betty (Isabelle Huppert), aralarında baya bi yaş farkı bulunan, nasıl bir ilişki içinde oldukları konusu ise film boyunca hiç açık edilmeyen bir çifttir.. Birlikte icra ettikleri işe gelince, o gayet açıktır: Kalıcı ikametgâhları Paris’te olan çift, Fransa’yı ve çevre ülkeleri bir karavanla dolaşarak, önceden belirledikleri otellerde yapılan çeşitli iş toplantılarını, kongreleri falan hedef almakta, burada gözlerine kestirdikleri ‘uçkuru gevşek’ erkekleri -Betty’nin karşı konulamaz cazibesi yardımıyla- avlayarak, zavallıların cüzdanlarını ‘birazcık’ hafifletmektedirler..

İsim ve tip değişiklikleri de dahil, dikkatle planlayıp yürüttükleri bunca işin içinden hiç yakalanmadan çıkmalarının sonu gelmiş gibidir.. Tabii ki, kadın tarafının hatası ile mevzunun içine -şimdiye kadar hiç bulaşmadıkları- büyük paraların ve çetelerin dahil olması, işleri sarpa sardıracaktır..

Alt yazıların, daha ilgili sahne görüntüye gelmeden önce, alt alta sıralanması gibi gayet sinir bozucu düzenlemenin, seyir zevkinin içine daha baştan ediverdiği bu gösterimden iyi duygularla ayrılmak zaten mümkün değildi; hiç olmazsa filmin kalitesi biraz yüksek olaydı..

Isabelle Huppert‘in gayet ‘göz okşayıcı’ doğal ve doğru oyunculuğuna karşın, Michel Serrault‘nun gayet itici, acayip ötesi de yapay, adeta ‘sessiz sinema’ mimikleriyle coşup da durulamadığı bu sıradan kordelayı, Claude Chabrol‘ün anısına diye önümüze getirmek de benim hatam olmasa gerek.. Yani bütün bunlarla -az kalsın- Landlord‘un şu ‘kaçış’ harekâtına hak vermemi sağlayacaklar ya.. İşte ben de buna yanarım..

Paris Trout yahut Gyllenhaal’in Laneti

‘Devamlı’ matinenin ikinci filmi, yine geçen yıl aramızdan ayrılan; şahsi hafızama, yönettiği ve oynadığı ‘şahane’ Easy Rider ile kazınmış Dennis Hopper’ın baş rolünde döktürdüğü, Paris Trout idi.. Evet her şeye rağmen filmde, ‘döktüren’ bir Hopper ve onun karşısında elinden geleni yapan bir Barbara Hershey vardı ama; bir bütün olarak film, komple dökülüyordu yahu!.

1949 yılında, ABD’nin küçük bir güney kasabasında mukim, cimri olduğu kadar ırkçı, kadın düşmanı olduğu kadar da ‘acımasız’ paranoyak olan bir adamı (Dennis Hopper) anlatan film, belki hikayenin geçtiği kırklı yıllarda falan çekilmiş olaydı, bazı eksiklerine hoşgörüyle bakılabilirdi.. Lakin, 1991 gibi -nispeten- yakın tarihli olması kadar, izleyiciyi etkilemekten de bu denli uzak olması karşısında, diyecek lâf bulamıyorum valla..

Filmi, yine 90’lı yıllarda, belki de televizyonda izlemiş olmalıyım ki hikayesi özüme hiç de yabancı gelmedi: Bu allahın cezası, pislik adam, taksitle sattığı bir arabanın parasını ödeyemeyen genç bir zenciyle olan hesabını, onun annesini ve on iki yaşındaki kız kardeşini, hem de evlerine gitmek suretiyle kurşunlayıp, birini de öldürerek (Evet resmen öldürerek!) kapatmayı tercih eder.. Film, bu olayı ve daha sonra, ırkçılığın genlere dahi sızdığı bir toplumun önünde sergilenen, ‘akıllara seza’ bir mahkeme sürecini anlatır..

Daha okurken bile böylesine dehşet uyandıracak bir hikayeyi, böylesine heyecan ve duygudan yoksun; rejinin -olumlu anlamda- en ufak bir dokunuşunun dahi hissedilmediği biçimde, baştan savarcasına beyazperdeye taşıyabilmek, ayrı bir maharet olsa gerek..

Yönetmen Stephen Gyllenhaal‘i kutluyor; sevgili kızı Maggie Gyllenhaal‘e de buradan sesleniyorum: Megi’ciğim, seni ne kadar çok sevdiğimi, bizzat sen de gayet iyi biliyorsun.. Adını önce kalbime yazdım; sonra da orayla yetinmemeye başladım ve önüme çıkan tüm duvarlara  tırnaklarımla kazıdım.. Tamam.. Soyadın biraz zorladı beni kuşkusuz, ama yine de yılmadım, elimdeki metne bakarak da olsa, aşkımı tüm dünyaya duyurdum.. Lakin, kusura bakma ama şu lanet soyadın yüzünden, öteden beri gıcık olduğum babanı zaten hiç sevmezdim, bu filmden sonra ise onu tamamen sildim.. Tekrar, kusura bakma Aşkım.. Sevgili kardeşimiz Jake‘e de selâmlar..

Sinema salonundan çıkıp da Kutluğ Ataman‘ın sergisine -vakit azlığından- şöyle bi baktığımda, kafamda adeta bir şimşek çakıverdi a dostlar!. Landlord‘u filmin yarısında salondan çıkartan şey -o hep arkasına saklandığı- Fransız Filmi Alerjisi değil de, bir sürü videonun gösterildiği serginin bir köşesinde konuşlandırılmış, rahat koltuklu ve ‘+18’ uyarılı o bölüm olmasın?! Vay Landlord vay! Film öncesi benimle gezerken, o kısımla -sözde- pek ilgilenmiyor görünüyordu..

Yalnız, lütfen yanlış anlaşılmasın.. Bu hususta emin değilim, sunulacak tek bir kanıtım da yok.. Bu sadece bir öngörü.. Ne diyeyim ki valla, varsa eğer bunun günahı, o da Landlord‘un boynuna!

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et