BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Misafir-le Görüşme

Bu adamın dünyaya geçerken uğramış gibi bir hali var: Mehmet Günsür

Ya kendini anlatmayı pek sevmiyor ya da konuşmayı. Yeni bir cümle kurmak yerine, önceki cümlesini “falan filan” diye bitirmekle yetiniyor. Bu röportajın her zamankinin aksine soru-cevap tarzında yazıya dökülmesinin sebebi bu. Bazen yaşlı bir ruh konuşuyor sanıyorsunuz karşınızda, bazen de içindeki meleği hala salmamış, bozulmamış bir çocuk. Bazen hayatın anlamını çözmüş biri olduğunu düşünüyorsunuz, bazen de hayatın anlamına hiç kafa yormayan biri. Kafa karıştırıcı bir adam Mehmet Günsür. Geçerken bu dünyaya uğramış gibi bir hali var. İlk kez bir röportaj süjemi tanımama değil de, onu daha çok merak etmeme yol açıyor…

Röportajdan önce…

Mehmet Günsür’le yapılmış eski röportajlara bir göz atmadan gitmek olmazdı onunla sohbet etmeye. Taramaya başladım interneti ve karşıma çıkan röportajları okumaya…

Yarım saat geçmemişti ama ben sıkıntıdan patlamak üzereydim. Üstümde hasıl olan hissi en iyi şöyle tarif edebilirim size: Birileri sanki zorla Harlequin’den çıkmış Beyaz Dizi aşk romanları okutmuş bana. Hani şu kapağa mutlaka yakışıklı bir erkek kondurdukları (ki bu efekt de Mehmet’in boy boy yakışıklı fotoğrafları sayesinde hakkıyla ve ayniyle gerçekleştiriliyordu), genellikle yalnızca kadınların yazdığı ama hep kadınların okuduğu (tıpkı kadınların Mehmet’le yaptıkları çoğu röportaj gibi) ve aşktan, sevgiden, ateşli öpüşmelerden, ilişkilerden başka mevzusu olmayan kitaplar. Sinemayı bir yana koyarsak Mehmet’le son dönemde yapılan bütün röportajlarda da konu dönüp dolaşıyor aşka, sevgiye, evliliğe geliyordu. Ahdettim, bu kez hiç adetim olmamasına rağmen kanlı bir röportaj yapacaktım. Mehmet’in kafalara kazınan o imajını silmek için elimden ne geliyorsa yapacaktım.

Yakışıklı, güzel adam; hoş, temiz çocuk; iyi aile babası, iyi aile çocuğu; sadık bir aşık ve koca. Mehmet’le ilgili bunların ötesinde bir şeyler de olduğunu ortaya çıkaracaktım. Gerektiğinde üstüne gidecektim, olmazsa damarına basacaktım. Mecburdum buna. Aksi takdirde ben de sıkıcı, başkalarınınkini tekrar eden bir metin yazmak, renksiz bir portre çıkarmak zorunda kalacaktım çünkü. Ne kendime, ne Mehmet’e ne de size böyle bir şey yapmaya hakkım yoktu.

“E burnunu da mı hiç karıştırmaz mısın, be adam?” deme noktasında bitirdiğim röportajın öncesinde Landlord kulunuzun halet-i ruhiyesi bu minvaldeydi işte. İki nokta arasında olup bitenler ise kısaca şöyleydi.

GENÇLİK

Size anlattıklarımı Mehmet’e de tebliğ ederek başladım sohbete. Hem ona feminen bir röportaj yapmak istemediğimi hissettirmek için, hem de onu gerebilecek sorularıma zemin hazırlamak için… Ama Mehmet ne dese beğenirsiniz, “Kendimi anlatmaktan zaten sıkılıyorum. Ama aynı sorulara cevap vermekten daha çok sıkılıyorum. Ne yapayım, benle röportaj yapanların yüzde doksanı kadınlar olunca hep bu konular konuşuluyor.” Artık erkek erkeğe muhabbetimizin önünde hiçbir engel kalmamıştı işte.

Üzerine yapışıp kalan bu iyi çocuk imajının bir sebebi de sana filmlerde hep duygusal, kırılgan, iyi çocuk rolleri vermeleri. İstemiyor musun bu döngüyü kırmak?

Aslında ben çok istiyorum kötü, şeytani birini oynamayı. Yüzümü, bedenimi deforme etmeyi. Ama bunun için cesaretli bir yönetmen lazım. Herkesin istediğini çekmek yerine, risk alabilecek taş.klı bir yönetmen…

İnsanların kafasındaki Mehmet Günsür imajı ile gerçek Mehmet Günsür arasında çok fazla uçurum yok belki de? Mesela en asi zamanlarımız lise yıllarıdır. Oradan başlayalım istersen. Senin lise yılların İtalyan Lisesi’nde okuduğun için Beyoğlu’nda geçti. Pekçok haylazlığa imkan sağlayan bir mikro coğrafya. Nasıl haylazlıklar yapardınız o zamanlar? Macera olsun diye Zürafa Sokak’a gider miydiniz mesela? Kendinizden geçecek kadar sarhoş olur muydunuz?

Yok, bizim ekol farklıydı, gitmedik hiç oralara. Ama her haftasonunu sarhoşlar bayramı ilan etmiştik. Ortaköy’deki Sis Bar’da, Nightcalls’da falan müzik dinleyip votkalı biralarla kafaları bulurduk. Nisanın başında denize falan atladığımız olurdu o kafalarla. En başlarda biraz kendimi kaybediyordum. Ertesi gün birbirimizi arayıp karanlık noktaları herkesin hatırladıklarıyla aydınlatıp geceyi birleştirirdik. Onun dışında klasik, aileden araba kaçırmalar… 13 yaşında falan otostop çekip beş arkadaşla damperli kamyonun arkasında Bebek’e inmiştik.

Yine de sanki “kötü çocuk” sınırını hiç geçmemişe benziyorsun anlattıklarına bakılırsa.

Aslında polislerle de takıştığım, arkadaşıma yazdıkları cezayı gözlerinin önünde yırttığım, saçma sapan kafa tutmalarım falan oldu. Ama şansım hep yaver gitti ve karşıma bunları ödetecek kötü biri çıkmadı. Sınırları zorladığım yerler oldu yani.

(Ben pek ikna olmadım elbette. Ortasınıfın üstü bir ailenin evladı olarak oldukça steril, güvenli ve maddi manevi rahat bir yeniyetmeliği ve gençliği olmuştu anlaşılan. Çıtayı düşürmek gerekiyordu bu durumda.)

Ben taşra sayılabilecek bir şehirde büyüdüm. Zürafa Sokak benzeri mekanlar yoktu. Lise çağlarında en ayıplı maceralarımız gizli gizli seks sinemalarına gitmek ya da porno seyretmekti. Tabi porno o zaman bugünkü gibi kolay ulaşılabilir bir şey değildi. Ailelere yakalanmadan seyretmek tehlikeli ve riskli bir maceraydı. Senin araya parça atılan filmlerin oynatıldığı sinemalara da gittiğini de zannetmiyorum ama bir “miki kaseti” maceran olmuştur herhalde?

Oldu tabi bizde de öyle şeyler. Evlerde toplanıp beraber porno seyretmeler falan.

Peki sonraki yıllarda işin oldu mu pornoyla hiç? Biliyorsun biz de üniversite müfredatına bile girdi porno…

İnternet sayesinde çok kolay ulaşılabilir bir şey oldu artık porno. Ama ben izleme ihtiyacı hissetmedim. Seyretmedim de sanırım hiç. Bahsettiğin konuyu okudum ben de. Enterasan bir şey tabi. Neden yapılmasın? Porno da varlığını reddedemeyeceğiniz, bir sürü izleyicisi olan bir kültür. Pornoyu bu anlamda inceleyen biri olmamıştır belki, bu anlamda yapılması gerekir düşünüyorum.

İlk cinsel ilişkini ne zaman yaşadın peki?

14 ya da 15 galiba. Öyle babanın oğlunu elinden tutup hayat kadınına götürme gibi bir durum olmadı tabi bizde. Zaten karşıydım öyle bir şeye. İlk ilişkim Türkiye’de yaşayan Alman bir kızla olmuştu. Bir partideydik. Kız benden daha büyüktü. Sonra 17 yaşındayken 30 küsur yaşlarında bir sevgilim oldu. Ondan sonra daha sakin, daha istikrarlı oldu ilişkilerim.

KADINLAR

Senle yapılan röportajlarda karına ne kakadar aşık olduğunu anlatmışsın hep. Bu kadar aşık olunca içgüdülerine ne oluyor merak ediyorum. Yani güzel bir kadın gördün mü bakmıyor musun? Onu arzulamıyor musun?

Güzele bakmak sevaptır. Tabii ki bakıyorsun. Ama diğer tarafta çok sevdiğin bir insan olduğu için, ne gerek var diyorsun onu üzmeye, ilişkiye tehlikeye sokmaya.

Mantığını kullanıyorsun yani. İçgüdülerin yerinde ama mantığınla onun önüne set çekiyorsun…?

Evet, mantık kararıdır. Gerek yok güzel şeyleri bozmaya, yıkmaya. Ama flört başka. Hayata karşı her zaman açık olmak ve flört durumunda olmak var bende. Hayatı ve flört etmeyi seviyorum ama iş cinselliğe taşınmıyor.

Eşin bu flörtöz durumdan rahatsız olmaz mı peki?

Zaman zaman rahatsız olabilir tabii ki. Ama bu nedenle yaşadığımız bir kriz olmadı hiç. Ama flört dediğim de öyle ağdalı bir şey değil. Doğal olarak bir noktaya kadar gidiyor, sonra duruyor.

Klasik bir Türk erkeği misin? Birisi eşine baktığında, eşin birine baktığında olay çıkar maz mısın?

Kıskanç bir değilim. Hatta bu, önceki kız arkadaşlarımı rahatsız etmiş de olabilir. Kıskançlık bence olmayan bir şeye karşı geliştirilen bir duygu. Zaten olan bir şey varsa o kıskançlık olmaz artık. Sinirlenirsin, kızarsın. Türk kültüründe yazılmamış kurallar var. Yanında eşin varsa erkekler onun gözüne bile bakamıyor mesela. Bunu eşim fark etti bir İtalyan kadını olarak. İtalya’da ise erkekler hiçbir şey dinlemiyorlar. Ona da bakıyor, buna da bakıyor, flört ediyor. Ama Türkiye’de benim eşim olduğu için onunla göz göze gelmeme durumu var erkeklerde.

Kadın-erkek ilişkilerinde pek Türk değilsin yani?

O anlamda fazla Türk değilim, evet.

Maçoluk Türklüğün şanındandır ya, hiç bulaşmamış olabilir mi gerçekten sana?

Vardır mutlaka maçoluk. Ne bileyim… Senin sözünü dinlemesi istemen olabilir, dır dır etmemesini istemen olabilir…

YAŞAM VE ÖLÜM

Dırdır bence evrensel bir şey, maçolukla çok ilgili değil. Mehmet sinirleri alınmış gibisin. Ya da mutluluk hapı keşfetmişsin de her gün bir tablet ondan alıyor gibi… Zaten bir yerde en uzun depresyonun beş dakika sürdüğünü falan söylemişsin. Senin hiçbir şeye tepen atmaz mı Allah aşkına? Sokakta bir hayvana eziyet eden birini gördün diyelim…

Beni sinirlendiren bir şey oldu mu asla kayıtsız kalmamaya çalışıyorum. Kayıtsız kalmak demek, göz yummak demek çünkü. Hayatımı yaşarken beni rahatsız eden, bana dokunan şeylere kayıtsız kalmamaya çalışıyorum. Ama beni en çok sinirlendiren şey saygısızlık. Eşime yapılmış olabilir, bana yapılmış olabilir.

Birine haksızlık yapıldığını görüyorsun ve tepkini ortaya koyuyorsun. Ama tepkin hiçbir şeyi değiştirmiyor, durum aynen devam ediyor. Bu durumda mutsuzluğun sürmüyor mu, nasıl tamir ediyorsun ruhunu?

Tepkimi vermek istiyorum çünkü vermezsem sonra bu beni rahatsız ediyor. Ulan, niye konuşmadım orada diye. Ama ben tepkimi verdikten sonra değişmiyorsa bir şeyler, benim artık yapabilecek bir şeyim kalmıyor. Üzerimden akıp gidiyor. Bir yerden sonra bir şey yapamıyorsun çünkü…

Senden hoşlanmayan biri neden hoşlanmaz sence?

Beni tanımadığı için, kafasında bşka yere koyduğu için hoşlanmaz mesela. İlk aklıma gelen 12 yaşında beni bedenden ikmale bırakan hocam. Herhalde spor falan yaptığım için benim havalara girdiğimi düşünmüştü.

Senden hoşlanmayan birini bulmak için 12 yaşına gitmen gerekti farkında mısın? Şöyle sorayım bir de, dışarıdan itici gelecek özelliklerin hangileri olabilir?

Bu pozitif olma durumum insanları rahatsız edebilir. Kıskançlık olabilir. Ama bunların hepsi beni tanımayan insanların yapabilecekleri şeyler. Yoksa beni tanıyan herkes sever. Biraz konuştuk mu kafasındaki benimle ilgili o olumsuz imaj yerini gerçeklere bırakır çünkü.

Merak ediyorum, acaba hayat sana güzel şeyler verdiği için mi pozitifsin, yoksa sen pozitif olduğun için mi hayat sana güzel şeyler veriyor?

Aslında her ikisi de. Ama ikinci söylediğin çok daha önemli bir şey. Pozitif ve rahat olmak Hayata karşı bir güven duymak. Bu sanki hayatı da önüne daha yumuşak koyuyor sanki.

Spritüel mevzularla ilgilisin galiba?

Tabi. Enerjiler, şunlar bunlar, tabi…

Hayatında büyük acılar, kayıplar yaşadın mı peki? Belki fazla yaşamadığın için bu türden şeyleri bu kadar pozitifsin?

Kayıp yaşamadım ama çok zor noktalara geldiğim oldu. Ailemde tedavisi mümkün olmayan hastalıklar oldu. Doktorlar bana annemle ilgili son konuşmayı yaptılar mesela. Sonra mucizeler oldu ve düzeldi her şey…

İşte o dönemi nasıl atlattın mesela depresyona girmeden?

Yoğun bir çalışma dönemiydi. Belki de o çok yardım etti. Bir şekilde de bu hastalığın yenileceğine hep inandım. Nitekim de öyle oldu. Yine pozitif düşünmekle ilgili bir şey diye düşünüyorum.

Pek çok konuda yetenekli olduğun su götürmez, Mehmet. Ama takdir edilesi olanın mutsuzluğu yenme becerin olduğunu söylemek lazım. Nedir bu becerinin sırrı?

Kendimi mutlu edecek şeyler her zaman buldum hayatta. Bardağın dolu tarafını görmek de olabilir bu, ya da bardak epey boşsa bile sonuçta hayat devam ediyor ve seni mutlu eden başka güzelliklerin sana yaşattığı güzel duyguların o bardağı görüşünü etkilemesi de olabilir. Eğer bir yerde yeterli pozitiviteyi bulamıyorsam, başka yerlere bakıyorum bulmak için. Ve bir yerde mutlaka buluyorum.

Ölüm fikri de mi seni mutsuz etmiyor?

Korkmuyorum ki ölümden. Ölüceksem ölürüm yani. Ölüm korkum yok. Ölümle ilgili tek olumsuzluk, tek kötü duygu benim için, arkanda üzgün insanlar bırakacak olmak. Tabi daha yapacağımız bir sürü şey varken ölmek sinir bozucu ama yapacak bir şey yok öleceksem ölürüm hiç önemli değil. Ölümün bir son olduğuna inanmıyorum. Hayatımızın bir devinimi bu. Ama tabi şu anda dibine kadar yaşamak istiyorum hayatı ve ölmek istemiyorum. Ama öleceksem de korkmuyorum.

Çevrendekiler sana sahip oldukları için çok şanslı…

Ben şanslıyım asıl.

Ben bile pozitif enerjiyle dolduğumu hissediyorum. Şimdi sokağa fırlayacağım neredeyse. Koşarak bağırmaya başlayacağım. “Hayat seni seviyorum, sana güveniyorum!” (Kahkahayı koyveriyor Mehmet.)

( O anda, Scientology ile kafayı bozmuş Tom Cruise’un, onunla röportaj yapanlarda nasıl bir etki bıraktığını düşünürken yakalıyorum kendimi. Neden, bilmiyorum!)

TİYATRO

Mehmet Günsür 1998 yılında İtalya’ya gitti. Burada 4 sene boyunca bir tiyatro oyununda başrol oynayacak ve bir geyi canlandıracaktı. Martin Sherman’ın 1979 yılında yazdığı Bent adlı oyun Naziler’in geyleri imha edişi çevresinde gelişiyordu. Mehmet’in rolünün orijinal sahibi Ian McKellen’dı. Broadway versiyonunda ise bu rolü Richard Gere oynamıştı. Hayatta kalabilmek için gey olduğunu gizlemek zorunda kalan bir mahkumdu hikayenin başkişisi. Bir insanlık dramını anlatsa da sonuçta geylerin trajedisiydi anlatılan ve geyler tarafından sahiplenilmesi doğaldı. Mehmet’in kendi deyişiyle “yüzde 90’ı” geylerden oluşan bu tiyatro topluluğunda 4 yıl boyunca bulunması akla ilginç sorular getiriyordu. Sormadan duramazdım.

Ne yazık ki kabul etmeliyiz, bizim sosyal genlerimizde homofobiklik var. Seninse bu konuda inanılmaz bir rahatlığın var. Dört sene Bent’te başrol oynadın. Hiç sıkıntı yaşamadın mı azınlık olarak?

Sen ne kadar rahat olursan, dışarıdan bu konuda gördüğün baskı da o kadar hafifliyor. Orada öğrendim ben bunu. Sen ne kadar rahat olursan onlar da o kadar rahat oluyorlar seninle ilgili. Onlarda şey vardır çünkü, onlarla birlikte oluyorsan geysindir ya da saklıyorsundur bunu. Bende homofobiklik olmadığı için onlar da rahatlayıp geylikle ilgili baskı yapmayı bıraktılar ve bir anda çok iyi arkadaş olduk.

O zaman bir geyin senden hoşlanması seni rahatsız etmiyor diyebiliriz. Aslında homofobiklik bu düşünceden ileri geliyor galiba…

Hoşlanırsa hoşlanır. Dediğim gibi sen ne kadar rahatsan onun o hoşlanmasının baskısı da o kadar azalıyor. Yoksa laf sokar araya, bir şey yapar, kendince asılır.

Şu mu çıkıyor burdan, geyler gey olmadığını anladıklarında senden hoşlanmayı kesiyorlar.

Hayır, senin konuyla barışıklığın onları rahatlatıyor.

Bunları sormamım sebebi şu nasıl ki  kadınların hoşuna giden bir tipsen, geylerin de hoşuna giden bir tipsin…

Tabi, tabi…

Böyle bir durumu hissettiğinde rahatsız olmuyor muydun?

Hayır, canım. Ben buyum işte ve erkeklerden hoşlanmıyorum. O benden hoşlanır, hoşlanmaz gerisi onun derdi. Herkes her şeyden hoşlanabilir. Bana rahatsızlık vermedikten sonra sorun değil. Ama işin sırrı dediğim gibi senin rahatlığında. Sen ne kadar kendini sıkarsan, tedirginliğini belli edersen o kadar çok üstüne geliyorlar.

Güzel kadınlar için söylenir “buraya güzelliğini kullanarak” geldi diye. Senin de bu oyunda başrolü almanın benzer bir sebebi olabilir mi? Geyler tarafından beğenilmen bir avantaj teşkil etmiş olabilir mi?

Hamam’da izledikten sonra beni tercih etmişlerdi bu role. Ama evet, beğenilmek de bir avantajdır neticede. Bunun etkisi olmuş olabilir elbette. Bu da beni rahatsız etmez.

Mehmet sahnelere ilk olarak müzik yapmak için çıkmış. Bir grupları varmış ve o da davulcusuymuş grubun. Ama solist Amerika’ya gidince mikrofon da Mehmet’e kalmış. Evde tıngırdattığı bir elektro gitar varmış şimdi. Müzikte gönlü var belli ama hayata geçirmek için hayalini çok da bir şey yaptığı söylenemez…

MÜZİK VE SPOR

Müzik yapmakla ilgili niyetlerin yok mu? Albüm yapmak istesen bir prodüktör mutlaka bulursun?

Var tabi. Ama bir grupla müzik yapmak var kafamda. Tek başına bir albüm yapayım diye bir hayalim yok. Müziğe bir şekilde bulaştıktan sonra çıkmak zordur zaten. Belli kafadaki, hoşlandığım tarzda insanlar bir araya gelirse, neden olmasın, çıldırırım müzik yapmak için.

Bir arayışın var mı böyle bir grup oluşturmak için?

Yok, aslında.

Neler dinliyorsun?

Müzik yelpazem çok geniş; Tool’dan Beatles’a; John Coltrane’den Beethoven’a hatta Zeki Müren’e kadar uzanıyor. Ama benim kanımı kaynatan müzik Rock. Rock’n Roll felsefesi, “rebel” müzikler çok hoşuma gidiyor.

Sporcu bir insansın ama futbolla ve basketbolla aran yok…

Yaz tatillerinde çok oynardık. Ama yeteneğimi onlar için kullanmadım.

Kullansam onları da iyi oynardım diyorsun yani…

Küçüklükten itibaren kafayı taktın mı iyi olabilirsin her sporda. Ben de topla biraz daha vakit geçirseydim, tekniğimi geliştirseydim iyi futbolcu olabilirdim.

Futbol seyircisi misin peki?

Yok hiç seyretmem. Anca arkadaşlarla birlikte mavra olursa falan.

REKLAMLAR

Şu oynadığın şampuan reklamı… Biri çıksa karşına ve şöyle dese: “Senin reklamında oynadığın o şampuan hiçbir şeye yaramadı!”

Oldu zaten bu.

Ne yaptın peki, ne hissettin?

Güldüm geçtim.

Bir sorumluluk hissetmedin mi?

Hayır, bu şampuanın reklamını yapmakla ilgili bir sorumluk hissetmiyorum. Ama genelde bu tür çalışmalarda ürünü dibine kadar incelemeyi seviyorum. Ürüne inanmam lazım. Etik olarak yanlış bulduğum, dünya için kötü olan şeylere prim vermemeye çalışıyorum. Öyle bulaşık deterjanı gibi çok kimyasal, ya da başka yalan şeylerde olmak istemiyorum.

(Aklıma bankaların hesap işletim ücretidir, kart aidatıdır, şudur budur diyerek kestikleri paralar geliyor… Ardından da “Devrim yapmak istiyorsanız tek yapmanız gereken gidip bankadaki paranızı çekmek!” diyen Eric Cantona.)

Banka reklamında oynar mısın peki?

(Kısa bir an düşünüyor) Banka reklamında oynayabilirim. Bankaların hayatı kolaylaştıran bir yanı da var çünkü.

Kesinlikle reklamında oynamam dediğin bir ürün var mı?

Pırlanta yüzük reklamında oynamam mesela.

Emin misin, yazacağım bak…

Yaz, yaz…. Oldu zaten, teklif geldi ve oynamam dedim. O elmasın geliş biçimini, kanlı elmas durumlarını düşünsene…

Doğru söylüyorsun, ama aynı zamanda vahşi kapitalizmin, tüketim sisteminin kirli yüzünün en bariz şekilde göründüğü bir dili var o reklamların. Asıl sattıkları imaj ve statü…

O da var, elbette.

SİNEMA

1996’da başlayan bir sinema kariyeri. Şu an geldiğin noktadan memnun musun?

Türkiye’de kalsam belki bir sürü farklı şey daha yapabilirdim, Türkiye’de sinema son yıllarda çok gelişti, ben de bazı ilklerin parçası olabilirdim. Ama İtalya’ya gittim ve kariyer anlamında bir sürü değişik şey yaşadım ve yaşamaya da devam ediyorum. Her zaman daha iyisi olabilir. Daha güzel şeyler yapmak için kendi projeni kendin yaratmalısın belki de.

Böyle bir çalışman var mı?

Yazdığım ya da çekmeyi hayal ettiğim bir şey yok şu an belki, ama bu fikir biraz daha belirgin artık kafamda.

Ben 14 yıllık bir kariyer için yer aldığın sinema filmi sayısının az olduğununu düşünüyorum.

Bu konuda çok seçiciyim çünkü.

Seçiciyim dersen Fall Dawn Dead (2007) filmini hatırlatırım sana. Ben ancak 20 dakika dayanabildim filme, o da bazı sahnelerini hızlı geçerek.

O farklı bir şeydi. İlk defa içime sinmeyerek gidip yaptığım bir şeydi. Senaryoyu okudum, inanılmaz klişeydi ama neticede korku gerilim türünde klişeler olmak zorunda dedim. David Carradine gibi bir adamla oynayacaktım. Dominique Swain vardı. Amerikalılar klişenin ustasıdırlar bir şekilde bu işi kotarırlar dedim ama sonra rezalet bir sonuç çıktı ortaya. Hayatımda yaptığım en kötü işti.

Hollywood yapımıydı yine de. Çok para kazandırdı mı sana?

Parası yüzünden kabul ettiğim bir iş değildi.

Diğer işlerine göre kat kat fazla para kazandığın bir film değildi yani?

Yok, asla değildi. Düşük bütçeli bir filmdi zaten.

Hollywood’la ilgili bir işte yer almak cezbetmişti belki de seni?

O da değil aslında. Amerika hiçbir zaman hedefim olmadı benim. Olsaydı daha önce giderdim Los Angeles’a, orada ilişkilerim falan olurdu.

Bu soruya açıkyüreklilikle yanıt vereceğini umuyorum, Çünkü yanıtı çok merak ediyorum… Seni sinemaya sokan Ferzan Özpetek. Bir anlamda onun eline doğdun. İkiniz de İtalya’da sürdürüyorsunuz hayatınızı. Neden bir daha seni bir Ferzan Özpetek filminde görmedik.

Az kaldı Cahil Periler’de oynayacaktım. Programımız uymadı. Gittik, çekimler başlamıştı, oturduk konuştuk. Hatta o beni çağırmıştı. Ama uymadı işte programlar. Ferzan’da şöyle bir durum var. Serra (Yılmaz) haricinde hep yeni oyuncularla çalışıyor. Serra da onun ilham perisi. Hiçbir filminde aynı oyuncuyu kullanmıyor, dönemin popüler oyuncularını tercih ediyor. Böyle bir yönetmen Ferzan, Scorsese gibi değil bir adam seçip onunla gitmiyor.

Senin aklına hiç gelmedi mi yani bu soru? Neden…

Geldiyse de böyle düşünmüşümdür heralde. Böyle bir yönetmen değil o. Açıkçası neden diye oturup düşünmedim hiç. Cahil Periler olayını bildiğim için özellikle bir kasıt olduğunu aklıma getirmedim.

Aynı şekilde bugüne kadar bir Yavuz Turgul ya da Çağan Irmak filminde oynamamış olmanda ilginç geliyor bana. Aynı zamanda senin adına bir eksiklik ve şanssızlık olarak görüyorum bunu. Üstelik onların hikayelerinde, kurduğu dünyalarda rahatlıkla yer alabilecek bir tipe, imaja ve auraya sahipsin .


Çağan’la Mustafa Hakkında Her Şey için konuşmuştuk. Orada da prodüksiyon şirketiyle aram iyi değildi, ondan olmadı. Çağan’a da bunu anlattım zaten. Ama belki çok net olduğum için insanlar bana küsüyor olabilir.

Ben de bunu merak ediyorum işte. Acaba piyasada senin için olumsuz bir düşünce mi var da, ondan mı bu kadar az filmde görünüyorsun. Bir tek Ümit Ünal’la iki kez çalıştın. Mustafa Altıoklar ve Ferzan Özpetek nispeten çok film çeken yönetmenlerle yalnızca birer kez film yaptın.

Bilemem. Ama insanlar benim söylediğim bir şeyi yanlış anlamış olabilirler, başkasına söylediğim bir şeyi üstlerine alınmış olabilirler. Mesela Çağan, “Lanet olsun, ben bu adamlarla bir daha çalışmam” dediğim bir prodüksiyon şirketiyle iş yaptığı için o projede yer almayacağımı ne kadar anladı bilemem tabi. Bunu “beni reddetti” olarak almış mıdır bilemem. Açıksözlüyüm bir de. Ferzan’ın her filmini seyrettikten sonra arayıp beğendiğimi ya da beğenmediğimi açık açık söylerim mesela. Bu insanların çok hoşuna gitmeyebiliyor bazen.

Ben senin kariyer anlamında bir şanssızlığının da İsmail Hacıoğlu olduğunu düşünüyorum. Sen İtalya’dayken, o daha ulaşılabilir olduğu için eminim senin de oynayabileceğin pekçok rol ona gidiyordur. Çünkü ikiniz de aynı tipte, aynı yaşta bir karakteri rahatlıkla oynayabilirsiniz. Tip olarak, imaj olarak birbirinizin alternatifiymişsiniz gibi duruyorsunuz.


İsmail’le ilgili böyle durumlar oldu gerçekten. Benim reddetiğin bir sürü rolde o oynadı sonra. Kabadayı mesela. Ben heyecanlanmadığım projeyi reddediyorum. Kabadayı beni hiç heyecanlandırmamıştı. Mafyayla ilgili bir şey yapmak istemiyordum. Kurtlar Vadisi durumu vardı o zaman gündemde çok ve ben nefret ediyordum sokakta çocukların Polat gibi gezmesinden falan. İstemedim bir mafya konusunda olmak. Ömer Vargı ile böyle bir konuşma yaptık, belki o da bana küstü sonra.

Sen hiç komedi filminde de oynamadın. Üstelik nasıl olduysa, seni bir sitcom’da dahi göremedik bugüne kadar. Komediye nasıl bakıyorsun? Gerek mimiklerinle gerek vücut dilinle komik olabileceğini düşünüyor musun?

Ben komik bir adamım zaten. Komedi için gereken “sense of humour” ve “timing” bende var. Vücudumu her şekilde kullanma delisiyim. İnsanların beni artık farklı şekillerde görmesini istiyorum. Bu güzel çocuk durumu sıkıcı olmaya başladı artık.

FİLM

Mehmet Günsür’ün bu ay gösterime giren son filmi Aşk Tesadüfleri Sever’in yönetmeni Ömer Faruk Sorak. Filmde Mehmet’in dışında Belçim Bilgin, Altan Erkekli, Yiğit Özşener gibi isimler de yer alıyor. Film, doğumlarından itibaren çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca hayatları paralel akan, ama ancak 2010 yılında İstanbul’da tanışan Özgür ve Deniz’in engellerle dolu aşk macerasını anlatırken, bir yandan da geri dönüşlerle onların bugünlerini yaratan dönemlere uzanıyor. Film için “Bir romantik komedi değil diyor” Mehmet, “bir dram.”

Kabul ettiğine göre, seni heyecanlandıran bir projeydi bu?

Kesinlikle. Ben çok başından beri projenin içindeyim. Daha ilk taslaklar yazıldığından, ilk fikirler ortaya çıktığından beri. Aslında başta müzisyendi benim karakterim. Bir kere bu beni çok heyecanlandırdı. Sonra eskiden müzik yapmış bir fotoğrafçı oldu. Karakterin hastalığı da çok ilgimi çekti. Dediğim gibi bu tür deformasyonlar beni cezbediyor. Rolün için yüzünü, fiziğini, ağırlık merkezini değiştirmek gibi şeyler…

Filmi ham haliyle de olsa seyrettin sanırım. Çıkan sonuçtan memnun musun?

Objektif bakamıyorum bu filme pek ama ben çıkardığımız işten memnunum. Yine de çok merak ediyorum insanlar ne düşünecek diye.

( Röportajı benim tepemi attıran bir konuyla bitirmeye karar veriyorum. Konu internette, hatta bazen basında kadınların Mehmet hakkında yazdığı bazı şeyler. Biz kadınlar için böyle laflar etsek hemen magandaya çıkar adımız. Kadınlar yapınca magandalık olmuyor mu?Magandalığın yalnızca erkeklerle özdeşleştirildiği günler geride kalmıştır artık. Mehmet sayesinde…)

Senin hakkında zaman zaman tacize varan şeyler yazıyor kadınlar. Demek ki kadınların içinde de bir maganda gizli olabiyor bazen.

Evet, kesinlikle, doğru. “Oh, yavrum”, “Yerim ben onu” gibi saçma sapan şeyler yazılıyor. Beğenilmek güzel bir şey ama böyle saygısızlığa varması hoş değil. Bunun magandalık olduğu konusunda kesinlikle katılıyorum sana.

Böylece nihayetleniyor sohbetimiz. Onu tanıyan herkesin onu neden sevdiğini anlayabiliyorum. Mehmet’i sevmemek için bir neden yok gerçekten. Sevmek içinse, nedenin bini bir para. İnsanın kafasını karıştıran bir durum bu. Çok doğal değil sanki. Belki biraz da rahatsız edici. İşte size Mehmet’le ilgili kötü bir şey. O kadar düzgün ki, kendinizi yamuk hissetmenize yol açıyor.

* Bu röportaj Şubat ayında Esquire dergisinin kapağına taşınmıştı. Burada okuduğunuz, “Director’s Cut” versiyonu olduğu için dergiye taşınandan biraz daha farklı.

İlginizi çekebilir...

MUBI

Yönetmen Atıf Yılmaz, senaryo Ümit Ünal, oyuncular Mazhar Alanson ve Ali Poyrazoğlu desek herhalde Arkadaşım Şeytan’a dikkat çekmeye yeter. Türk sinemasının fantastik öğelerle süslü...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et