BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Yeni Dalga’nın öncülerinden Claude Chabrol, geçtiğimiz günlerde, 80 yaşında yaşama veda etti. Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Eric Rohmer ile birlikte, Yeni Dalga’nın teorik temelini atan ‘Cahiers du Cinema’ dergisinde de yazan Chabrol, eleştirmen kökenli bu akımın ‘en toplumcu’ ismiydi.

Bana Onun Portre-sini Getirin

Yeni Dalga’dan bir fire daha: Claude Chabrol

Yeni Dalga’nın öncülerinden Claude Chabrol, geçtiğimiz günlerde, 80 yaşında yaşama veda etti. Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Eric Rohmer ile birlikte, Yeni Dalga’nın teorik temelini atan ‘Cahiers du Cinema’ dergisinde de yazan Chabrol, eleştirmen kökenli bu akımın ‘en toplumcu’ ismiydi.

Yeni Dalga’nın öncülerinden Claude Chabrol, geçtiğimiz günlerde, 80 yaşında yaşama veda etti. Çocukluğunu Fransız taşrasında, Sardent adlı bir kasabada geçiren Chabrol, 2.Dünya Savaşı sonrası, Paris’e Eczacılık okumak için gelmiş, fakat daha sonra okulun sinema kulübünde ‘sinema sanatı’ ile tanışmıştı. Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Eric Rohmer ile birlikte, Yeni Dalga’nın teorik temelini atan ‘Cahiers du Cinema’ dergisinde de yazan Chabrol, eleştirmen kökenli bu akımın ‘en toplumcu’ ismiydi.

Ercan Dalkılıç


1958’de, ailesinden kalan miras sayesinde çekebildiği “Yakışıklı Serge” (“Le Beau Serge”, 1958) ile yönetmenliğe adım atan Chabrol, “Les Biches” (1968) ve “Le Femme Infidele” (1969) filmleriyle düşünsel bağlamda değilse de, sinematografik olarak Yeni Dalga’dan uzaklaşmaya başladı. Bundan sonra yönetmen, kendisine “Fransız Hitchcock” namını getiren, Yeni Dalga Akımı içinde yarattığı yalın sinema dilini, Balzacvari bir ihtiva ile çekimledi. Ayrıca, bu dönemde kamerasını Paris sokaklarından çeken yönetmen, çocukluğunu yaşadığı taşraya döndü. O zamana kadar, üst-burjuvanın hayatını didikleyen Chabrol, taşra-burjuvazisinin sapkın, entrikalarla ve cinayetlerle örülmüş ilişkilere odaklanıyordu artık. Burjuvazinin kutsadığı değerler sisteminin toplumsal olarak ne gibi çöküşlere yol açabileceğini göstermeye çalıştı. Sisteme eklemdirilmiş bireylerin davranışlarından hareketle toplumsal/evrensel bir dejenerasyonun panoramasını çizdi. Galiba, günümüzde Haneke’nin de izleğini sürdüğü anti-burjuvazi bir sinemanın ilk temsilcilerinden diyebiliriz Chabrol için.

Chabrol’un bir diğer önemli özelliği, Yeni Dalga’nın diğer yönetmenleri gibi, entelektüelize bir bakışa sahip olamamasıdır. Chabrol’un dili, modernist bir anlayışla; Brechtyen oyunculuk, görsel manipülasyon, çizgisel olmayan anlatım… tercih eden, aşırı üslupçu, deneysel ve istemsiz de olsa, genel kitleyi salondan uzaklaştıran alışılagelmiş Yeni Dalga sinemasının, o üst-anlamdırmalara yönelten, sarkastik, metaforik boyutundan uzaktır. O, her şeyden önce alt-sınıfların gözünden, küçük burjuvayı detaylı bir incelemeye tabi tutar filmlerinde. Kendi kendini, sinemasını mutenalaştırmaz, üst-bakışın gözetiminden ve denetiminden bağımsızdır. Onun içindir ki, sonraki yıllarda sevdiği, polisiye filmleriyle çıkar seyircisinin karşısına. Patricia Highsmith, (“Le cri du hibou”, 1987) ve Georges Simenon (“Betty”, 1992) gibi ünlü polisiye yazarlarının uyarlamalarını da yaptığı bu dönem, en zayıf Chabrol dönemiyse de, seyir zevki yüksek eserler barındırır.


Chabrol sinemasındaki burjuva tenkiti, Haneke’ye yol göstermiş olabilir ancak, bu alanda ona en benzer isim Pasolini’dir bence. Haneke, daha soğuk, ast-üst ilişkileri kati sınırlarla çizilmiş, turbo-kapitalizm içinde çoktan sıradanlaşmış, ezen-ezilen diyalektiği ağında gezinirken; Pasolini ve Chabrol biraz daha feodal, insancıl, gelişmemişlikten gelen reflekslerle ilerlerler. Bunun yanında, Haneke’nin şiddeti daha derinden ve ağır ağır yükselen bir kriz karakterindeyken; Pasolini ve Chabrol’un şiddeti çok olağan, gündelik toplumsal patlamaları içeren bir şiddettir. Haneke, eleştirisini birbirinden tamamen ayrışmış, bireyselleşmiş özneler üzerinden yapar; bu diğer iki isim ise, daha feodal, bir arada bulunan özneler üzerinden gerçekleştirirler.

Hemen hemen her filminde görebileceğiniz büyük yemek sahneleri, Chabrol sinemasının olmazsa olmazı bir imdir. Son dönemde Ferzan Özpetek sinemasının da, vazgeçilmezi olan yemek sahneleri, bu yönetmenlere kuşkusuz ki Fellini’nin armağanıdır. Ên belirgin örneğini “Hatırlıyorum” (“Amarcord”, 1973) filminde gördüğümüz, birlikteliği simgeleyen bu sahneler, -tabii olarak Haneke filmlerinde yemek sahneleri pek azdır, eğer varsa bile mutlaka bir huzuru, birlikteliği bozan bir işitsel bir yabancılaştırıcı (tv sesi gibi) mevcuttur. Bkz; “Saklı” (“Caché”, 2005) – Özpetek ve Fellini’ninkinden başka bir yere, değiniden öte, Chabrol’un nirengi noktalarından en önemlisine, başta da belirttiğimiz toplumcu yanına vurgu yapar.

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et